26 Aralık 2013 Perşembe

ÖTEKİLER - TUNCAY ÖZKAN

ÖTEKİLER - TUNCAY ÖZKAN
27 Aralık 2013 İstanbul


Silivri Yüksek Güvenlikli Cezaevinde Ergenekon davasında yatmakta olan Hüseyin Yarıç’ın gerçek yaşam öyküsünden Tuncay Özkan’ın kurguladığı bu roman Güneydoğuda yaşanan olayların, PKK’nın içyüzünün, zaman zaman insancıl zaman zaman vahşet kokan yaşamların, itirafçılığın ve en sonunda birbiriyle hiçbir ilgisi olamayan kişilerin nasıl Ergenekon davasında bir araya getirildiğinin kısa bir özeti.

Hüseyin’in “Bir yanımda genelkurmay başkanı ve orgeneraller, diğer yanımda rektörler , gazeteciler, parti liderleri, hırsızlar, katiller, dolandırıcılar hep beraber bu salona doldurulmuş bekliyoruz öylece” diyerek Ergenekonu güzelce özetliyor ve isyan ediyor ve sorguluyor “Allahım eğer bu karanlığın içinden bir ışık doğmayacaksa aydınlık neden var? Eğer bunca zulümden sonra yeni bir şey olmayacaksa, karanlık kazanacaksa, hep zalimler kazanacaksa sen neden varsın?”

Cesurlar ölmemeli artık! Haklılar kaybetmemeli!

Özgürlük ve barış için, adalet için kendini, canını feda edenler kaybetmemeli, unutulmamalılar, kıymetleri bilinmeli.
Usanmadan mücadele edenler özgürlüğü barışı ve adaleti kazanmalı.

En büyük ceza umutsuzluktur. Umutsuzluğa asla izin vermeyelim. En kötü zamanda bile umudumuzu yitirmeyelim.

Korkudan beslenenler en büyük korkaktırlar, korkudan ölürler.

Ötekiler, su gibi arı duru yazılmış, bir solukta okunan, olağanüstü bir roman. Dersim doğumlu, önce sol devrimci, ardından PKK’li olup, Apo’nun hevalliğinden İlker Başbuğ’un suç ortaklığına “terfi” ettirilen gerçek bir kişinin, Rızgar’ın akıllara durgunluk veren yaşam öyküsü.


24 Aralık 2013 Salı

BİR SANAT AKŞAMI
23 Aralık 2013 - İstanbul


Bugün iş çıkışı İş Bankası Kulelerinde bulunan İş Sanat’a gittim. Nazım Hikmet Şiir Dinletisi vardı. Yol yorgunu ve hasta olmama rağmen çok önceden gitmeyi planladığım için vazgeçmedim ve güzel bir sanat akşamı geçirdim. Cemil ve İsmet beyle erken buluştuk kapılar açılmadığı için bir süre bekledik. Bu arada KİBELE sanat galerisinde bulunan Cihat Aral Resim Sergisini gezdik. Özellikle 80’li yıllara damgasını vuran işkence temalı tablolar benim açımdan ilgi çekiciydi. Birde Çöplük resimleri hoşuma gitti.
20:00’de başlayacak şiir dinletisini beklerken fuayede 3 eski Çiğdem’li sohbetimize devam ettik. Kapıların açılmasıyla salon bir anda dolmaya başladı ve bizde bulduğumuz en güzel yere oturduk. Bu arda Ferda ve bir arkadaşı daha bize katıldı.
Salon hem seyirci hem de sahne kısmı oldukça büyük ve ferah bir salon. Sadece sıra aralıkları biraz dar olmuş. Her türlü gösteri sanatları için mükemmel bir salon. Büyük bankaların ve kurumların bu tür salonları yaparak sanata destek olması gerekiyor ama bazı diğer bankalar paraları bu tür yatırımlar yerine ayakkabı kutularında saklamayı tercih ediyorlar..))) Bu açıdan İş Bankasını bir kez daha tebrik ediyorum.
Şiir dinletisine gelince tek kelimeyle muhteşemdi. Zaten çoğunu bildiğimiz Nazım Hikmet şiirleri Metin Belgin, Bülent Emin Yarar ve Hakan Gerçek’in güzel sesiyle ve Vedat Sakman’ın gitarı eşliğinde bizi büyüledi. Bu arada vokal, bas gitar ve kemandaki gençleri de unutmamak gerekiyor.


Retrospektif Sergi CİHAT ARAL
23 Aralık 2013

İş Sanat Kibele Galerisi, Aralık ayında çağdaş figüratif resmin önde gelen temsilcilerinden Cihat Aral’ın eserlerini sergiliyor. Kendi deyimiyle 'gerçek' zamana tanıklık eden sanatçı, resimlerinde insanı ve onun yaşamsal gerçeğini merkeze alan bir doğa sevgisini de tuvale yansıtıyor. 1943 yılında doğan Cihat Aral,1964-69 yılları arasında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Y. Resim Bölümü Neşet Günal Atölyesi’nde öğrenim gördü. Aral sanat yaşamının başlangıcı olarak nitelendirdiği 60’lı yılların sonunda kent insanlarını, onların çocuklarını ve yaşam biçimlerini gözlemleyerek; figürlerini canlı, şiirsel bir üslupla betimlemiştir. İlk kişisel sergisini 1970 yılında Taksim Sanat Galerisi’nde açtı. Aynı yıl Fransa’ya devlet bursu ile gönderilen sanatçı Paris Ulusal Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda resim dalında dört yıl ihtisas yaptı. Sanatçının resimleri, 1971-74 yılları arasında Paris’te daha düşsel ve renkçi bir yapıya bürünmüştür. Bu genelleştirmeyi yaparken, basit bir gerçeklik durumunun değil, o görüntünün ardında yatan asıl gerçeğin, biçimlikte dönüştürülmüş halinin peşine düşer. Aral’ın resimleri, özne ve nesne arasında ince bir özenle kurduğu denge unsuru ve bu yolla zenginleşen anlatım gücüyle de dikkat çeker. Sanat görüşünü “Merkez insan olunca; figürü temel tutan resim anlayışı bütünüyle sosyal hayatın politik, ekonomik, sosyolojik değerlerinin özünü taşır. Resim dipdiri bir başkaldırı, bir protesto alanıdır ve iyi resim unutulmaz.” diyerek özetleyen Aral, eserleri aracılığı ile kişileri düşünmeye de davet eder. Sanatçı çalışmalarına İstanbul’daki atölyesinde devam etmektedir.

Denize Dönmek İstiyorum
NAZIM HİKMET ŞİİR DİNLETİSİ
23 Aralık 2013

ATİLLA BİRKİYE hazırlayan
SERDAR YALÇIN müzik direktörü
MEHMET BİRKİYE sahneye uygulayan
METİN BELGİN, BÜLENT EMİN YARAR, HAKAN GERÇEK şiirleri seslendirenler
VEDAT SAKMAN vokal, gitar OYA UYSAL keman ZAFER AKDOĞAN bas gitar SİMGE YILDIRIM vokal
“Ben şiirde realiteyi bütün mürekkepliği, mazi, hal istikbal unsurlarıyla ve hareket halinde veren bir realizme ulaşmak istiyorum. Fakat hâlâ ulaşamadım. Birçok yazılarımın realizmi tek taraflıdır. Bundan dolayı da çok fazla haykıran bir ‘propaganda’ edası taşıyorlar. Bu hatamı anladım. Yeni verimlerimde bu hataya bir daha düşmeyeceğim. Cihanı görüş, anlayış bakımından değil, bu cihanı görüş ve anlayışın sanattaki tezahürü bakımından telakkilerim bir hayli değişti.” (Nâzım Hikmet, “Her Ay”, 20 Nisan 1937)
Dünya şairi Nâzım Hikmet’in (1902-1963) şiirlerinden kronolojik sıra gözetilerek derlenen dinleti, yaşamına göndermeler yapan bir sahne düzeniyle sunuluyor. Ayrıca, şiirle müziğin iç içe geçtiği Denize Dönmek İstiyorum! adlı dinletide Vedat Sakman, şairin şiirlerinden bu gösteri için bestelediği şarkıların yanı sıra kendi şarkılarını da seslendiriyor.


Mavi aynasında suların:
boy verip görünmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Gemiler gider aydın ufuklara gemiler gider!
Gergin beyaz yelkenleri doldurmaz keder.
Elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter.
Ve madem ki bir gün ölüm mukadder;
Ben sularda batan bir ışık gibi
sularda sönmek istiyorum! Denize dönmek istiyorum! Denize dönmek istiyorum!







23 Aralık 2013 Pazartesi

ÜÇÜNCÜ SEKTÖRDE MÜKEMMEL YÖNETİM MODELİ

ÜÇÜNCÜ SEKTÖRDE MÜKEMMEL YÖNETİM MODELİ (ÜSK) M.Atilla Öner
22 Aralık 2013


Üçüncü sektör toplumsal hayatta gittikçe artan bir öneme ve role sahip oluyor. Rolün genişlemesi üçüncü sektör kuruluşlarının yönetimini odak noktasına çekiyor. Üçüncü sektör kuruluşlarının profesyonel ve gönüllü yönetim yeteneklerinin geliştirilmesine katkı yapacak çalışmalara ihtiyaç var. Bu kitap Türkiye de üçüncü sektör kuruluşlarının daha başarılı olmasını arzu edenlere yol gösterici bir kaynak.
Kitaptan not aldığım bazı başlıklar:

Bir toplumun ekonomik sosyal ve demokratik gelişmesi, o toplumun bireylerinin kendi sorunlarının çözümüne yönelik faaliyetlere gönüllü olarak katılma düzeyleriyle yakından ilgilidir. ÜSK devletin ve piyasanın yetersiz kaldığı alanlarda topluma hizmet götürmek amacıyla ortak hedefe yönelmiş insanlar tarafından kurulan ve kar amacı gütmeyen yapılardır.
Lider grup içinde diğer üyelerin motivasyonlarının ve yeterliliklerinin niteliklerini ve niceliklerini belirleyen kişidir.
Demokratik liderlik grup içinde, grup halinde karar vermek, üyelerin aktif katılımı, dürüst eleştiri, ve bir ölçüde de kişisel ilişki kurmak gibi etkenlere bağlıdır.
Liderin 3 an sorumluluğu
1. Sorumlulukları grup üyeleri arasında dağıtmak
2. Grup üyelerini çeşitli açılardan desteklemek ve güçlendirmek
3. Grubun karar verme sürecine yardımcı olmaktır.
Beleşçilerin çalışan üyeleri sömürmesine izin vermemelidir.
Lider, sorumlulukları dağıtarak üyelerin her türlü gelişimine ve eğitimine, dolayısıyla onların karar verme yeteneklerine katkıda bulunan kişidir.
Liderin önemli bir özelliği de erişilebilir olmasıdır.
Liderin takımları yönlendirmedeki gücü sadece pozisyonunda değil bilgisi ve olaylara hakimiyetinden kaynaklanmalıdır.
Çalışanların yapılan işleri ve başarıları kendilerine mal etmelerin önleyin.
Çalışanlar sık sık yapılan toplantılarla politika ve stratejiler konusunda bilgilendirilmelidir.,
Politika belirlenmesinde tüm çalışanların ortak katılımı esas alınmalıdır.
Yöneticilerin günlük işlere kendilerini kaptırmaları organizasyonun uzun vadedeki strateji ve misyonlarını göz ardı etmelerine sebep oluyor.
Çalışanların motivasyonlarının gelişimine yardımcı olmak ve takım ruhuyla hedefe ilerlemeyi sağlamak ana amaçlardan olmalı.
Yeni gönüllü üyelerin katılması için çeşitli aktiviteler yapılmalı.

Üyelerin potansiyellerini en iyi kullanabilecekleri alanlara ve işlere yöneltilmesi sağlanmalıdır. Yeni üyelerin kurumun politika, amaç ve stratejisini anlaması sağlanmalıdır. Bunun için eğitim uygulanmalı ve çalışmalarla kendini kanıtlamış üyeler ödüllendirilmelidir.
TKY bağlı olarak sürekli iyileştirme çalışmaları yapılırken, iyileştirilecek alanlar dikkatle belirlenmelidir.
ÜSK alttan gelen fikirleri geliştirmeye daha yatkındırlar. Birlik kurma ve zayıfı güçlendirme üzerine kuruludurlar.
Ölçek olarak küçük, bürokratik olmama, gönüllü çalışanlar, nedeniyle daha verimli ve sorumlu çalışırlar.
Meşruiyetlerini etkili ve şeffaf olmalarından kazanırlar bunun için özerktirler.
Üyeler arasındaki dostluk ve kişisel ilişkiler, hiyerarşinin, alt-üst ilişkilerinin katı olmaması gönüllü üyelerin motivasyon kaynağıdır.
YK 10 temel sorumluluğu.
1. Kurumun misyonunu belirlemek
2. Tepe yöneticiyi seçmek
3. Tepe yöneticiyi desteklemek ve performansını değerlendirmek
4. Organizasyonel yapının verimliliğini sağlamak
5. Kaynakların yeterliliğini sağlamak
6. Kaynakları verimli bir şekilde kullanmak
7. Kurumun programlarını belirlemek ve denetlemek
8. Kurumun toplum üzerindeki imajını geliştirmek
9. Personel konusunda nihai karar mercii olmak
10. Kendi performansını değerlendirmek
Profesyonel kadronun sadece emeklilerden oluşturulmasından kaçınılmalıdır.
ÜSK’larının varoluş amacı toplumu kendi vizyonu doğrultusunda değiştirmektir.
ÜSK’ları hükümetin anti-tezi değil genişletici ve tamamlayıcısı olarak düşünülmelidir.
ÜSK’ların zayıf yönü, devamlılık göstermeyen, toplumun çok küçük bölümünü etkileyen aktivitelerde bulunmalarıdır. Buda toplum üzerindeki etkilerinin sınırlı olmasına yol açar.

Performans ölçümü için 5 kritik soru
1. Misyonumuz nedir?
2. Müşterimiz kimdir?
3. Müşterimiz için değerli olan hizmet/fayda nedir?
4. Neler başardık?
5. Gelecek için planlarımız nelerdir?



ATATÜRK'ÜN EN ÇOK SEVDİĞİ OPERA - TOSCA

TOSCA - G.PUCCINI OPERA

Ankara Devlet Opera Balesi 21 Aralık 2013 Opera Sahnesi


Atatürk’ün en çok sevdiği opera olan TOSCA’yı son temsilinde ancak izleme olanağı buldum. 3 sezondur sergilenen opera Orkestra Şefi Alessandro Cedrone yönetiminde Vincenzo Grisostomi Travaglini tarafından sahneye konulmuş.
Dekor, ışık ve müzikler muhteşem. 3 perdelik opera uzun olmasına rağmen sıkılmadan izlenebiliyor. Aşk, intikam ve entrikayı bir arada görebiliyoruz.

Tosca", Puccini'nin ünlü opera yapıtından biridir. (Tosca, La Boheme, Madame Butterfly, La fanciulla del West) Dünyada ilk oynanışı 1900 yılında Roma Operası'nda gerçekleşti. Puccini'nin "Tosca"da romantizimden doğalcılığa geçişini görürüz. Türkiye'de ilk kez 1941'de Ankara'da oynandı.




20 Aralık 2013 Cuma

YABAN MUZU - Jose Mauro de Vasconcelos
19 Aralık 2013 - İstanbul


Vasconcelos bu eserinde Brezilya’da elmas bulmak için madenlerde çalışan iki elmas arayıcısının ilişkilerini, hayatta kalma mücadelelerini yer yer dramatik bir şekilde anlatmış. Bu yazarın ilk romanı olmasına karşın etkileyici.

Yeni ve zengin bir maden bulmak için kolları sıvayan kahramanın ona bahsedilen Banana Brava (Yaban muzu - meyve vermeyen muz) adasına gitmek için yolculuğu ve bu yolculuk sırasında başından geçenler. Bu uğurda göz kırpmadan işlenen cinayetler.
Madencilerin yaşayışlarını gayet gerçekçi bir dille anlatıyor ve karakterlerin geçmişlerini irdeliyor.

Kitapta geçen bir batıl inanç : Giysileri ters giymek :Kaçağın talihsizliğini yenmek ya da canlı yakalanmamak için başvurduğu yaygın bir inançmış.

"İnsanın dili darağacının ipinden uzundur."

"Vicdanı rahat olmayan gölgelerden ve gecenin ürkünç görüntülerinden korkar."



LYSISTRATA "KADINLAR DA SAVAŞIRSA" İBB Şehir Tiyatroları
Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi 19 Aralık 2013


Oyundan bahsetmeden önce Ankara’dan Çiğdem Mahallesinden 4 arkadaşın bu oyun vesilesiyle İstanbul’da buluşmasından bahsedeceğim. Cemil Turan, İsmet Yakşi, Cemal Gemici ve ben. Cemil ve İsmet beylerle İran gezimiz vardı ve bu dörtlüyle Çiğdemim Derneğinde Çardak Sohbetlerimiz olurdu. Her birimiz değişik sebeplerle İstanbul’a geldik. Neyse ki burada da buluşmayı ve bir şeyler yapmayı başardık. Oyundan önce Taksim’de buluşup bir kahvede çay içerek hasret giderdik. Mansur Yavaş ve Mustafa Sarıgül’ün adaylıkları konusunda sohbet ettik. Oyun mekanına gidince bize İstanbul’dan arkadaşım Ferda’da katıldı.


Savaş ve kadının toplumdaki yeri konularının ön plana çıktığı güzel bir oyun. Aristophanes’in bu oyununun tarihteki ilk savaş karşıtı oyun olduğu söyleniyor. Oyunda savaşın arkasındaki saçma nedenlere de vurgu yapılıyor.
Lysistrata kadınları örgütleyerek savaşı sona erdirmek için onlarla birlikte Akropol’e kapanıyor ve erkeklerin tüm ısrarı ve tehditine rağmen onlarla birlikte olmuyorlar ve onlaın bu birliktelikleri ve kararlılıkları sonunda barışı getiriyor.
Sahne, dekor, ışıklar ve oyunculuk oldukça güzeldi.

Yazan : ARİSTOPHANES
Çeviren : AZRA ERHAT-SABAHATTİN EYÜBOĞLU
Yöneten : KEMAL KOCATÜRK
Koreografi : SALİMA SÖKMEN
Müzik : MERTOL ŞALT
Işık Tasarımı : MURAT İŞÇİ
Kostüm Tasarımı : CANAN GÖKNİL
Efekt : HİDAYET ÖZTÜRK
Yönetmen Yardımcısı : BERNA OĞUZUTKU DEMİRER
Süre : 2 SAAT / 2 PERDE

OYUNCULAR:
AYŞEN SEZEREL, BENSU ORHUNÖZ, BERRİN AKDENİZ KORTİDİS, BUKET YANMAZ KUBİLAY, ÇAĞATAY PALABIYIK, ÇAĞLAR YİĞİTOĞULLARI, ÇAĞRI ÖZGÜR HÜN, DEMET BOZYAKA, GÖKHAN EĞILMEZBAŞ, HÜLYA ARSLAN, İBRAHİM ULUTAŞ, MURAT BAVLİ, NAZAN YATGIN, OKAN PATIRER, SEDA FETTAHOĞLU, SELÇUK SOĞUKÇAY


18 Aralık 2013 Çarşamba

KUYUCAKLI YUSUF - SABAHATTİN ALİ

KUYUCAKLI YUSUF - SABAHATTİN ALİ
17 Aralık 2013 İstanbul


“Kürk Mantolu Madonna” dan sonra okuduğum ikinci Sabahattin Ali romanı da beni en az o roman kadar etkiledi. Sabahattin Ali’nin olayları basit anlatım biçimi, yaptığı vurgular, Anadolu insanının düşünüş ve yaşayış tarzını çok başarılı anlatımı eserde öne çıkıyor.

Kuyucaklı Yusuf önemli toplumsal sorunlara değinen ve bunların birey üzerindeki baskısını anlatan bir kitap. Roman sağlam bir kurguyla ve güçlü betimlemelerle desteklenmiş. Sermaye gruplarının halkı hem maddi hem de manevi olarak sömürmesini ve devletin buna karışmaması, hatta desteklemesini eleştiriyor. Yusuf'un Muazzez’e olan aşkı ve sevgilisini, Şakir ve kasabanın egemen kötü güçlerinden korumak için verdiği mücadele. Bir başka ifadeyle doğal, masum, bozulmamış soylu vahşi Yusuf ve onun yanında yer alanlarla, yapay, kirli, yozlaşmış insanlar arasındaki çatışma.

Romanı okurken ne zaman Yusuf elini kana bulayacak diye bekledim, sabrına, saflığına ve sevgisine hayran oldum. Beklediğim an gelmeyecek diye sabırsızlanırken kitabın sonunda o son derece sabırlı ve saf çocuk çileden çıkıyor.
Bir Anadolu kasabasının bütün ruhu ve yaşantısı bu kitapta var.



Benimle Delirir misin? Tiyatro

Benimle Delirir misin? İstanbul Meydan Sahnesi
Kadıköy Halk Eğitim Merkezi - 17 Aralık 2013

Yazan : Mine Artu Yöneten : Necmi Yapıcı Oyuncular : Mehtap Bayri, Necmi Yapıcı

Adem ile Havva’dan başlayan kadın-erkek ilişkilerini esprili bir şekilde anlatıyor. Evlilik kurumunun çiftleri delirttiği teması üzerine kurulu oyunda sanatçıların performansı güzel, hareketli ve interaktif bir şekilde seyircileri de oyunun içine çekmeye çalışıyorlar. Duruma göre güncel esprilerle ayrı bir renk katılıyor oyuna ama bence vasat bir oyun.

Evlilik kurumunun gereksizliğiyle dalga geçen ama hepimizin içinde olduğu vazgeçilmezi anlatan bir oyun. Kadının çenesine, erkeğin vurdumduymazlığına değiniyor ve .
Bence görsel sanatların en önemli özelliği olan dekor bu oyunda hiç yok. Bu yüzden çok fazla sevmedim oyunu. Güzel dekorla daha başarılı bir oyun olabilirdi.


5 Aralık 2013 Perşembe

KARA BİR KOMEDİ - SESSİZLİK

Kara Bir Komedi
Sessizlik – İstanbul Devlet Tiyatrosu – Üsküdar Tekel Sahnesi – 5 Aralık 2013


Oyunun sergilendiği mekan Üsküdar’da eski Tekel Tütün Deposu. Son derece güzel bir restorasyonla bir kültür merkezine çevrilmiş. Tiyatronun yanında klasik müzik konseri ve provalarının yapıldığı güzel bir mekan olmuş. Tekel Müzesi olarak da hizmet veriyor. Hemen önünden boğazın ve iki köprünün muhteşem manzarası da ayrıca görülmeye değer.

Yazan : Mario Buffini Çevirmen : Serdar Biliş
Yönetmen : Mehmet Birkiye Yönetmen Yardımcısı : Kubilay Karslıoğlu
Dekor Tasarımı: Efter Tunç Giysi Tasarımı : Şirin Dağtekin Yenen
Işık Tasarımı : Önder Arık Müzik : Çağrı Beklen
Dans Düzeni : Alpaslan Karaduman Dramaturg : M. Melih Korukçu

Oyuncular
Funda Eryiğit, Oya Okar, Savaş Özdemir, Süleyman Atanısev, Münir Can Cindoruk, Nimet İyigün

Cumbria Lordu Silence ve ağabeyinin sürgüne yolladığı Fransız Prensesi Ymma, İngiltere kralı Ethelred tarafından zorla evlendirilir. Silence’ın kendisiyle ilgili ‘kendisinin bile bilmediği’ bir sır, herkesin kaderini bir anda değiştirir. Şiddet ve gaddarlığın hüküm sürdüğü karanlık çağ İngilteresinden, isteğimiz ve irademiz dışında dayatılan yazgılar karşısındaki sessizliği tartışan tarihsel bir komedi.
Erkek egemen bir toplumda iktidar ve kadın olma ilişkisini anlatan son derece kuvvetli ve aynı derecede esprili bir oyun. Din, cinsellik, şiddet, kadın-erkek ilişkileri ve güç var bu oyunda. Gülümserken düşünüyor, düşünürken gülümsüyorsunuz...

Temel değerlerimiz vazgeçilmez mi? Taşlar yerinden oynarsa dünyanın sonu gelir mi? Cinsiyet ile ilgili koyduğumuz sınırlar ne kadar keskin?

Gerçekleri gizleyerek veya sessiz kalarak yaşamı sürdürebilmek mümkün müdür?

Sessizlik pek çoğumuz için bir kaçış. İnsandan, kavgadan kimi zaman kendinden. Ama aslında kendi içinde öyle konuşkan ki sessizlik... Dilinden anlamayı bilirseniz, duymak istediğiniz her şeyi size söyler.


Bir Yorum: DT'den feminist bir masal
BAHAR ÇUHADAR

Normandiya’nın dikbaşlı prensesi Ymma, Cambria’nın 14’ündeki cesur lordu Silence, Lord’a göz kulak olan papaz Roger, Ortaçağ İngilteresi’nin ürkek kralı Ethelred İstanbul Devlet Tiyatrosu sahnelerinde, Mehmet Birkiye rejisinde buluşup; büyüleyici, bir o kadar da gerçekçi bir masal anlatıyor. İrlandalı oyun yazarı Moira Buffini’nin kaleminden çıkan ‘Sessizlik/Silence’ın DT yorumunda oyunun sözel, performatif ve görsel gücü ne eksik ne fazla. Ana kişilerden hareketli dekoru yöneten koroya, tüm performanslarda güçlü bir ekip ritmi seziliyor.
‘Sessizlik’ tek tanrılı dinlerin hâkim olduğu, ataerkil kısır düzene, bireye kendi bedeni ve hayatı üzerinde dahi söz hakkı bırakmayan iktidara karşı, kadından ve doğadan yana duran bir metin. Erkek olarak yetiştirilip ‘özgürlüğünü’ almış Lord Silence ile salt bir ‘dişi’ olarak görülen Prenses Ymma bir düzlemde; başlarda pagan inancını lanetlerken, sonunda dini sorgular hale gelip kendini doğaya, aşka, özgür düşünceye bırakan Papaz Roger başka bir düzlemde kadından ve doğadan yana yorumu güçlendiriyor.
Buffini’nin metninin çarpıcılığı; tüm bunları Ortaçağ atmosferine kurduğu çağdaş bir masalla, taze bir dille, günümüzden tat taşıyan esprilerle, düzlemleri arasında geçişkenlik kurarak ve merak duygusunu diri tutarak yapmış olmasında.
Birkiye’nin rejisi ise Efter Tunç’un dekor tasarımını da yanına katarak dinamik dekor değişimleri, eğlenceli sahneleri, anlatıcı oyunculukla güçlendirdiği geri dönüşleri, şaşaadan uzak ama yaratıcı efektleriyle seyri canlı tutan türden.
İçinden ‘fırlama, cesur bir velet’ çıkaran Funda Eryiğit (Silence) başta; Oya Okar (Ymma), Süleyman Atanısev (Roger), Münir Can Cindoruk (Kral), Savaş Özdemir (Eadric), Nimet İyigün (Agnes) ve dekora can katan koro uyumlu, enerjik ve seyirciyi ikna eden performanslar izletiyor.
İki perdelik oyun; metni, dramaturjisi, rejisi, oyunculukları, müziği, dekor-ışık-giysi tasarımıyla izleyiciyi yumuşakça sarıp sarmalayan, boğmadan -ama aldatmadan da- büyüleyen bir iş. ‘Hakikat mantarı’ tadındaki bu masal için tüm ekibe teşekkürler. İzlediğimden beri o kadar çok insana “Sessizlik’i izle” diyorum ki buradan yazmaya gerek bile kalmadı belki de!

4 Aralık 2013 Çarşamba

TUTKUNUN RESMİ - KÜRK MANTOLU MADONNA – SABAHATTİN ALİ

TUTKUNUN RESMİ
KÜRK MANTOLU MADONNA – SABAHATTİN ALİ 9 KASIM 2013


Önyargı ile hüküm vermenin ne kadar yanlış olduğunu çarpıcı bir hikayeyle anlatmış.
En basit insan bile karmaşıktır aslında. Bunu bilmeden yargılamamalıyız.
Eserde güçlü bir tutkunun resmini çiziyor Sabahattin Ali. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına dair, yanıtlanması zor sorular soruyor.

Sabahattin Ali’nin sözü her şeyi açıklıyor: ”Dünya’nın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!... Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz.
İnsanları anlamak çok zordur hemde çok. Ama anlamaya çalışmak çok da zor olmasa gerek.

Romanın baş karakterleri Maria Puder ve Raif Efendi'dir. Raif Efendi içine kapanık, melankolik ve dış dünyaya uyum sağlayamamış bir karakterdir. Hayatı boyunca birçok şeye boyun eğmiş, haksızlığa uğradığında bile buna karşı koyamamıştır. Sevmediği bir kadınla evlenmiştir, bir ailesi vardır. Kendi hayatına kendi yön verememiş, başkalarının istediği bir insan olarak hayatını sürdürmüştür. Hayatında gerçekten yaşadığını hissettiği sadece bir anısı olmuştur ve bunu günlüğüne aktarmıştır.
20'li yaşlarında babasının isteği üzerine gittiği Berlin'de, sanata olan ilgisi sayesinde bir sanat galerisine gider. Galerideki tablolar arasında bir sanatçının otoportresini görür ve tablodaki kadını hiç tanımamasına rağmen platonik olarak aşık olur. Bu tablo onda daha önce hiç hissetmediği duygular uyandırır. Raif Efendi tablodaki portrenin, Andrea Del Sarto tarafından yapılmış "Madonna delle Arpie" isimli tablodaki Madonna'nın portresine benzediğini düşünür. Tabloya o kadar hayran olur ki fırsat buldukça tabloyu görmeye gider, fakat başka gözlerin onu takip ettiğini farketmez. Artık ritüel halini alan bu tabloyu seyretme seansınlarından birinde bir kadın onun yanına gelir. Bu kadın, tablonun sahibi olan sanatçı Maria Puder'dir. Maria, Raif'in tabloya olan hayranlığının farkındadır. Raif ise başta onun kendisiyle alay eden biri olduğunu düşünür. Tablonun sahibi ile konuştuğunu öğrenince ise dünyası bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde değişir.
Maria'nın karakteri Raif'e göre daha dominanttır. Kendisinin bir erkek gibi özgür yetiştiğini, canı ne isterse onu yaptığını Raif'e anlatır. Hatta Raif'i de çok naif bulduğunu dile getirir. İkisi bu özellikleri sayesinde birbirlerini tamamlarlar ve uzun süren bir arkadaşlık başlar. Raif Maria'yı çok sevmektedir fakat Maria'nın kendisine olan hislerinden emin olamaz. Yine de onun her istediğini yapmaya çalışır. İkisi beraber rüya gibi günler geçirirler fakat babasının ölümü yüzünden Raif Efendi Türkiye'ye, eski kasvetli günlerine geri dönmek zorunda kalır.
Maria Puder’le düzenli olarak mektuplaşır. Ancak belli bir zaman sonra Maria Puder, Raif Efendi’ye mektup yazmaz. Raif Efendi kandırıldığını düşünerek bir başka kadınla evlenir ve çocukları olur. Ankara’da bir gün, Almanya’dayken pansiyonunda kaldığı Maria Puder’in akrabasıyla karşılaşır. Ona Maria Puder’le ilgili imalı sorular sorunca Maria’nın on sene önce hastalandığını, hastalığına rağmen bir çocuk dünyaya getirdiğini ve babasının da bir Türk olduğunu öğrenir. Kadının isim vermediği bu Türk’ün kendisi olduğunu anlayan Raif Efendi, kadının yanında olan 8-9 yaşlarındaki kızına bakar. Bir dakika sonra tren hareket eder ve bu şokla Raif Efendi de hatıra defterine bunları yazmaya başlar. Yaşlanıp ölümünün yaklaştığını anladığında, bu güzel günleri kaydettiği defterinin yakılmasını genç iş arkadaşından rica eder. Genç iş arkadaşı da Raif Efendi ile ilgili bu gizemi çözmek ve onu daha yakından tanıyabilmek için defteri okur. Defteri okuyan kahraman-anlatıcı, onun iç dünyasının ne kadar zengin olduğunu anlar. Defteri vermek için Raif Efendi’nin evine gittiği zaman ailesi onun öldüğünü söyler.


BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI

BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI 1-2 JOHN PERKİNS

4 Aralık 2013-İstanbul


Birincisini daha önce okumuştum, kitabın ikincisini de merak ve heyecanla okudum. Genel anlamda bildiklerimiz ve tahmin ettiklerimiz anlatılıyor ama bunları birinci ağızdan yani bizzat işin içinde olan birisinden duymak daha büyük etki yaratıyor. Acaba, bu kadar da olmaz dediklerime artık inanmaya ve her şey olabilir demeye başladım.

Bu öylesine büyük bir güç ki gözünü kırpmadan karşı koyanları yok edebiliyor. Artık hiçbir şüphem yok, ülkemizdeki çözülemeyen ve karanlıkta kalan cinayetler, intiharlar, kazalar da bunlarla bağlantılı.

İkinci kitabın sonlarında artık yaptıklarını itiraf eden ve kendini bunlarla mücadeleye veren bir eski tetikçinin çabaları ve nasıl mücadele edilmesi gerektiği yolunda verdiği bilgiler var. Aslında bu mücadelenin yöntemi belli, birlik olmak, mücadeleden yılmamak, korkmamak ve ben tek başıma ne yapabilirim ki? Düşüncesinden arınmak. Herkesin tek başına bile yapabileceği o kadar çok şey var ki? Bu soruyu sormak yerine bir yerden başlamak ve bunu paylaşmak en sağlıklısı.

Kitaplardan alıntılar:

* kendi otomobilini üretemeyen ülkeye borç para verip otobanlar, yollar yaptırırız.
* sonra onlara arabalarımızı satarız.
* daha sonra bankalarını satın alırız.
* o bankalardan halka ucuz krediler verip daha çok araba almalarını sağlarız.
* böylece verdiğimiz o krediyi arabamızı satarak geri alırız, hem de faiziyle.

Ne kadar bildik bir senaryo değil mi?

O ülkeye Dünya Bankası ya da kardeş kurumlardan bir kredi ayarlarız. ayarlanan kredi asla o ülkenin hazinesine gitmez. o ülkede ‘proje’ yapan bizim şirketlerimizin kasasına girer.


enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar, dev havayolları yapılır. Aslında insanların işine yaramayan bir yığın beton yığınları oluşur ve bizim şirketlerimiz kazanır.

O ülkedeki birileri de nemalandırılır. Toplum bu düzenekten hiçbir şey kazanmaz. Ama ülke büyük bir borcun altına sokulmuş olur. Bu o kadar büyük bir borçtur ki ödenmesi imkânsızdır. Plan böyle işler.
Sonunda ekonomik danışmanlar/tetikçiler olarak gider onlara deriz ki;

“bize büyük borcunuz var. ödeyemiyorsunuz. o zaman petrolünüzü satın, doğal gazı bize verin, askeri üslerimize yer gösterin!

askerlerinizi birliklerimize destek olmaları için savaştığımız bölgelere gönderin, birleşmiş milletlerde bizim için oy verin!.

elektrik, su, kanalizasyon sistemlerinizi özelleştirin! onları Amerikan şirketlerine ya da diğer çok uluslu şirketlere satın!”

ve bu arada;

sosyal hizmetleri, teknik sistemleri, eğitim kurumlarını, sağlık kurumlarını hatta adli sistemlerini ele geçiririz. Bu, ikili üçlü dörtlü bir darbeler serisidir.

Müslümanların da başka herkes gibi oldukları anlaşıldı. Elması ve altını, Rolex’i ve Mercedes’i seviyorlar. Bu Araplar nefsini kırarak yaşamak, Allah’ın emirlerini izlemek, faiz yememek, kadınlarını peçeyle gezdirmek ve bu türden bir sürü şey atıp tutarlar. Ama etrafınıza bir bakın, söylediklerini uyguladıkları falan yok.

Dünya nüfusunun %5 inden azını oluşturan, ama kaynakların %25 ini kullanan,
Ekolojik ilkeleri destekleyen ama gezegene en fazla zarar verecek olan çevre kirliliğini %30 unu yaratan toplum ABD.
Her yerdeki halklar için istikrarlı, yaşamdaki sürekliliği sağlanmış ve barışın hakim olduğu bir dünya amaçlıyoruz.


2 Aralık 2013 Pazartesi

Kırmızı Defter - Paul Auster - 02.12.2013

Paul Auster, Kırmızı Defter’de kendisinin ya da yakınlarının başına gelen ve geleceği kökten etkileyebilecek nitelikte küçük olayları anlatıyor. Evinde kırılan bir vazonun camlarını söylene söylene temizlerken merdivenlerden düştüğünü gördüğü kızını kurtarması ya da çocukken katıldığı bir gençlik kampında bir sıra geride yürümeyi tercih etmesi ve önündeki arkadaşına yıldırım çarpması ve sonucunda ölmesi… Sekiz yaşındayken hayranı olduğu beyzbol oyuncusuyla karşılaşması, ama etrafındaki hiç kimsede kalem olmadığı için imzasını alamaması; o günden sonra yanından kalemi hiç eksik etmemesi ve “Cebinde bir kalem varsa, büyük olasılıkla bir gün onu kullanmaya başlamak gelecektir içinden” diyerek yazar olması… Bunlar gibi, aslında tesadüf deyip geçebileceğimiz, ama sonrasında düşündüğümüzde gizli bir güç tarafından öyle tasarlandığına karar verdiğimiz anları yazmış Auster.

Rastlantıların insan yaşamındaki önemi ve onların yaşamı nasıl etkilediğini net olarak öykülerde görülüyor.

Bu kitaptan altı çizilecek cümle : "Cebinde bir kalem varsa, büyük bir olasılıkla bir gün onu kullanmaya başlamak gelecektir içinden."

27 Kasım 2013 Çarşamba

ARAMIZDAKİ ŞEY – TOMRİS UYAR

ARAMIZDAKİ ŞEY – TOMRİS UYAR 26.11.2013 -İstanbul

Kadınların dünyası üzerine yoğunlaşan bu kitapta kadınların birbirleriyle olan ilişkilerine değinilmiş. Öykülerdeki kadın kahramanlar benzer yalnızlıklara, yalanlara, düşlere sahip olsalar da birbirlerini çekemiyorlar aslında.
Kırmızı kılıklara sokulan kadınların öykülerinde uçları açık bırakılmış.
Başkalarının işine karışmak insanoğlu için eski bir alışkanlık ancak günümüzde bu eğilimin bir çeşit gösteriye dönüştürülmesini öykülerde vurgulamış.

Aramızdaki Şey, alabildiğine yalın ve süssüz bir anlatımla yazılmış kırmızı öykülerden oluşuyor. İlk öyküdeki kırmız giysinin anımsattığı olasılıklar gitgide başka kırmızı olasılıklara açılıyor. Tomris Uyar'ın ana temadaki kırmızıyla belirmek istediği asıl şey dostluk ve değişkenlik gösteren sevgi olsa gerek. Ayrıca toplumsal baskı bu kitabın ana temalarından birisi.


Kitaptan anekdotlar:

Sevilmemeyi rahatça kaldırabiliyorsun da sevilmek zor geliyor sana, sen de bunu anlamıyorsun.
Seninle konuşmak, gergin bir ipte yürümeye benziyor artık. O kadar sertleşmişsin ki, bir rimelin akmasında bile suçlayıcı ipuçları arıyorsun.
Bana neyin daha iyi geldiğini bu kadar güvenle kestirebiliyorsan gözlerin niye yaşardı? Kovma zarafetinin bir parçası mı bu?




Tomris Uyar

Tomris Uyar, 15 Mart 1941'de İstanbul’da hukukçu bir aileye doğdu; annesi Celile hanım babası Ali Fuat Gedik’tir. Büyükbabası Süleyman Sırrı Gedik CHP milletvekilliği yapmıştır. Eğitimine Yeni Kolej’de başlayan yazar, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’ne devam etti ve 1963 yılında buradan mezun oldu. İlk öyküsü “Kristin” 1965 yılında Türk Dili dergisinde yayımlandı. Öykü, deneme ve çevirilerini Dost, Papirüs, Soyut ve Yeni Dergi gibi dergilerde yayımlatmaya başlayan yazar, altmışlı yıllarda adını edebiyat dünyasında duyurdu. 1969’a “R. Tomris” imzasını kullanan Tomris Uyar, 1969’da Turgut Uyar ile evlendi, bu evliliğinden Hayri Turgut Uyar adında bir oğlu oldu. Hayri Turgut Uyar, İTÜ’de Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nde akademisyen olan çalışmaktadır.
Tomris Uyar’ın ilk öykü kitabı İpek ve Bakır 1971 yılında okurlarla buluştu. 1973’te Ödeşmeler, 1975’te Dizboyu Papatyalar ve 1979’da Yürekte Bukağı yayımlandı. Yürekte Bukağı, Tomris Uyar’a 1980 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandırdı. Bu kitapları 1981’de Yaz Düşleri Düş Kışları, 1983’te Gecegezen Kızlar ve 1985 yılında Rus Ruleti/Dön Geri Bak izledi. 1986 tarihli Yaza Yolculuk adlı kitabı ile ikinci kez Sait Faik Hikâye Armağanı’nını kazanan yazar, 1990 yılında Sekizinci Günah’ı ve 1992’de Otuzların Kadını’nı yayımladı. Son öykü kitabı Aramızdaki Şey 1998 yılında yayımlandı. Yazarın “Sarmaşık Gülleri” öyküsü Tv’ye uyarlandı.
Tomris Uyar’ın öyküleri, toplumsal olaylara duyarlı bir kalemin eleştirel yalınlığını taşır. Gündelik hayatın açmazları öykülerde önemli yer tutar. Uyar, hem eleştirel hem umutludur insanlık adına. Öyküleri, toplumun birey üzerindeki yok edici etkisi kadar, bireyin direnme gücüne de vurgu yapar.
Öyküleri çeşitli yabancı dillere çevrilerek birçok antolojide yer alan Tomris Uyar, öykücülüğünün yanı sıra başarılı bir çevirmendir. Turgut Uyar’la birlikte Lucretius’tan çevirdikleri Evrenin Yapısı Türk Dil Kurumu’nun 1975 yılı Çeviri Ödülü’nü aldı.
Yazar öykü kitaplarının yanı sıra günlük yaşama ilişkin düşüncelerini bir araya getirdiği, günlük tadında notlarını içeren kitaplar da yayımladı: Gündökümü 75 (1976), Sesler Yüzler Sokaklar (1981), Günlerin Tortusu: Bir Uyumsuzun Notları (1985), Yazılı Günler (1985-1988),Tanışma Günleri/Anları (1989-1995) ve Yüzleşmeler: Bir Uyumsuzun Notları (1995-1999).
4 Temmuz 2003'te kanser nedeniyle hayata veda etti.


26 Kasım 2013 Salı

OLUMLU DÜŞÜN MUTLU OL!

OLUMLU DÜŞÜN MUTLU OL!

İnsanlar ne kadar mutlu, ne kadar pozitif olurlarsa ürettikleri nöropeptip denilen protein zincirleri daha sağlıklı oluyormuş ve bağışıklık sistemi güçleniyormuş.
Zihindeki olumlu düşünceler bedende birtakım olumlu sonuçlar yaratıyor. Mutlu insanın beyninde endorfin denilen bir çeşit doğal morfin salgılanıyormuş Bu bildiğimiz morfinden en az 100 kere daha güçlüymüş ve kişinin üzüntüsünü dindirmesine yardımcı oluyormuş.

Bu endorfin MUZ – PORTAKAL – ÇİLEK –ÇİKOLATA ve FISTIK’da da bolca varmış. Olumlu düşünmeyenler eksiklerini bunlardan giderebilirler!!!

İçerisinde bulunduğum zor şartlardan en az zararla çıkmak için edindiğim, bu durumu fırsata çevir ve mümkün olduğunca bunu değerlendir düşüncesi ile örtüşüyor sanırım ve beni ayakta tutanda bu olumlu düşünce diye düşünüyorum.

Dünyaya yalnızca yaşamak için değil, bir fark yaratmak için geliyorsak;

Daha çok düşünecek,

Daha çok risk alacak,

Daha çok eylemde bulunacağız.

ve

Mizah duygunu yitirmeyecek

Cesur ve idealist olacağız.

KORKUNUN ROMANI - TEK KANATLI BİR KUŞ - YAŞAR KEMAL


Korkunun Romanı
Tek Kanatlı Bir Kuş – Yaşar Kemal
25 Kasım 2013


Edebiyatımızın en büyük ustalarından Yaşar Kemal’in bu kısa ama destansı romanı tam da günümüze ışık tutuyor. Bugünlerde toplumun her katmanını saran korkuyu ustaca işlemiş bu romanda. Neden olduğunu bilmeden korkmak, korkuların en büyüğü olsa gerek.
Halkının neden terk ettiği bilinmeyen, gizemli karanlık bir kasaba, bu kasabaya atandığı halde gidemeyen bir posta müdürü, yalnızlığın timsali bir istasyon şefi, "Alamancı" bir genç kadın...Ve bütün fantastikliğine karşın son derece gerçekçi gelen bir dünya...
Tek Kanatlı Bir Kuş romanı, okuru 1960’lı yılların Anadolusuna götüren tarihi bir belge.
Tek Kanatlı Bir Kuş, insanların kanatlarının kırılmasının, onların uçamayacak hale getirilmesinin öyküsünü anlatıyor.
Tek Kanatlı Bir Kuş romanında, Yokuşlu kasabası sakinlerinin üzerine kaya düştüğü iddia ediliyor fakat kasaba sapasağlam yerinde duruyor. Kim bilir, belki de kasaba sakinleri korku içinde yaşamaktansa başka bir diyara göç etmeyi seçmiştir. “Bir kapı açıp” sessiz sedasız göçmüşlerdir.
Tek Kanatlı Bir Kuş, posta müdürü Remzi Tavdemir ile Melek Hanım’ın tren yolculuğu ile başlıyor. Tayinlerinin çıktığı Yokuşlu kasabasına gitmek üzere trenden inen çift etrafta yol soracak kimseyi bulamıyor ve roman boyu sürecek bekleme eylemi işte bu istasyonda başlıyor.

Saatler süren beklemelerinin ardından istasyon şefi Sadrettin Bey geliyor fakat haberler iyi değil. Onlara Yokuşlu kasabasında artık kimsenin yaşamadığını, başka bir kasabaya atanmak üzere Ankara’ya gitmeleri gerektiğini ısrarla anlatıyor. “(…) sen Yokuşluya gitme. Gidemezsin, gidemeyeceksin.” “Yokuşlu yok artık. Kasaba dağıldı.”
Sadrettin Bey, onlara Ankara’ya gitmeleri gerektiğini söylüyor. Çünkü dertliler devasını bu şehirde bulur. Çözüm Ankara’da aranır. Bunu herkes bilir.
İstasyon şefinin dediği gibi; Yokuşlu kasabası artık gidilemeyecek, hiçbir zaman ulaşılamayacak yer olmuştur. Fakat henüz korkunun esiri olmamış Remzi Bey başlangıçta pes etmez: “’Olmaz,’ dedi Remzi Bey, ‘olmaz. Yıkılmışsa batmışsa da görmeliyim kasabayı, görmeli öyle geri dönmeliyim.’”
Böylece onları kasabaya götürecek bir araç bulma macerası başlar. Onları kasabanın yol ayrımına kadar götüren şoförün sözleri anlamıdır: “Kimse yaklaşamıyor o kasabaya. Siz amma yürekli adamlarsınız.”
Öyle ya, korkuyu aşmak için yürek gerekir. Ancak “yürekli adamlar” korku duvarını aşarak kasabaya gidebilir. Remzi Bey ile Melek Hanım’ın yanında duran uzun siyah arabadan inen “siyah giyinmiş, siyah kıravatlı ak gömlekli, rugan pabuçları pırıl pırıl”, onlara “söyle vatandaş dileğin nedir?” diye soran adamın kasabaya girememesi bu yüzdendir. Evet, yepyeni arabası-ayakkabıları vardır belki ama cesareti, yüreği yoktur. Bu yüzden onlara “şimdi Ankaraya gidiyorum, siz burada bekleyin, ben bu kasabaya girmenin mutlak bir yolunu bulacağım. Siz hiç üzülmeyin, üzülmeyin ve burada bekleyin” der ve gözden kaybolur. Çare Ankara’da olabilir ama onu arayıp bulacak olan “kim olduğunu biliverdikleri” o adam değil; ta kendileridir.
Kasabanın etrafındaki korku duvarına çarpıp düşen sadece Melek Hanım ve Remzi Bey değildir. Yol sapağında bekledikçe, bu beklemeye başkaları da dâhil olur. Fakat hiçbiri korku duvarını aşamaz, daha doğrusu henüz aşamaz. Peki, kimi, neyi bekliyorlar?
Kitaptaki karakterleri bir araya getiren de daha sonra ayıracak olan da korkudur. Öyle bir korku ki arttıkça efsaneleşir, efsane olup dillere düşerek yayıldıkça artar da artar. Bu korkunun sonucu olarak terk edilen, kuş uçmaz kervan geçmez kasabada insan yiyen kuşlar, ecinniler, herkesi yutan kuyular peyda olur.
Belki Yokuşlu kasabasına gitmek gerçekten mümkün değildir, belki o kasabada yaşamı yeniden yeşertmek hakikaten imkânsızdır. Ama bunu öğrenmenin yolu kuşkusuz yol sapağında bekleyerek gitmek isteyenleri de korkutmak, caydırmak değildir. Ne de olsa: “Savaşan kaybedebilir. Savaşmayan, çoktan kaybetmiştir.”
Tek kanatlı kuşlar uçamazlar, bu doğru. Fakat bazen kanatları sapasağlam olan kuşlar da uçamaz. Onlar uçamayacakları söylenmiştir. Kuşlar uçmadıkça kanatlar körelir. Bir süre sonra gerçekten uçamaz hale gelirler.
Roman 1960’lı yıllarda yazılmış ama sanki biraz da bugünü anlatıyor. Yaşar Kemal’in elli yıl sonra kitabı bastırmaya karar vermesinde belki günümüzün dünyası etkili olmuştur. “Umutsuzluk çağında” etraf tek kanatlı kuşlardan geçilmez. Her yer Yokuşlu kasabasıdır.
Korku imparatorluğunu yıkmak için bir araya gelen yürekleri Taksim’de Gezi parkında görünce ve bunun dalga dalga her yere yayılmasıyla korku saf değiştirdi. Şimdi iktidardakiler yarattıkları bu korku imparatorluğunun yıkılmasından korkmaya başladılar ve bunun önüne geçmek için her türlü şiddete ve sınır tanımaz yeni korkulara başvuruyorlar.
Ancak umuttur korku bulutunu dağıtacak, yerle bir edecek olan ve bu umut artık yeşerdi bundan geri dönüş yok.

25 Kasım 2013 Pazartesi

SIRADIŞI İKİ SANATÇI MUNCH VE WARHOL CERMODERN'DE


23-24 Kasım 2013 Cumartesi- Pazar Ankara
Bu hafta sonu Ankara’da Cermodern’de güzel iki sergi ve Resim Heykel Müzesi Salonunda ( Türkocağı Sahnesi) müzikal komedi izledik.

Cermodern, Sıradışı İki Sanatçıyı Bir Sergide Buluşturdu
CerModern ve Norveç Büyükelçiliği, yirminci yüzyılın en sıradışı ve yaratıcı iki baskı ustasını,
Edvard Munch ve Andy Warhol’u sıradışı bir sergiyle Ankaralı sanatseverlerle buluşturdu.
Sergi bu sıradışı iklinin, Varoluşçu-ekspresyonist Edvard Munch (1863-1944) ve sakin ve bağımsız Andy Warhol’un (1928-1987) belirgin benzerliklerini ortaya çıkarmak amacıyla yine sıradışı iki küratör Patricia G. Berman ve Pari Stave tarafından derlenmiş. Yirmi yedi seçkiden oluşan sergide, Munch’ün yüzyılın başlarında ürettiği dört taşbaskı serisi olan Çığlık, Broş, Madonna, Eva Mudocci ve İskelet Kol adlı dört motifinin baskılarının yakından incelenmesi ve 1984 yılında Warhol tarafından çok özel tekniklerle yaratılan pano baskı serilerinin yeniden formülasyonu sunulmaktadır.
Edward Munch’un doğumunun 150. yılı anısına gerçekleştirilen sergi, Andy Warhol Müzesi (NY) , Munch Müzesi (Oslo) ve özel koleksiyonlardan derlenmiş, şimdiye kadar çok az gösterilmiş eserlerden oluşmaktadır. Sergi 6 Kasım – 5 Ocak tarihlerinde izlenebilir.
Modernizmin karşıt uçlarında olmalarına rağmen, her iki sanatçı da çağın belirli temaları üzerine yoğunlaşmış. Anksiyete ve yabancılaşma, özeleştiri, ideal kadınsı güzellik ve fanilik… Her şeyin ötesinde, Munch ve Warhol ustaca döşedikleri yolda resmin ikonik gücünü hem kendi yaşamlarını hem de efsanevi kimliklerini güçlendirmek için kullandılar.
1983 yılında, Andy Warhol'a Galleri Bellman tarafından Edward Munch'un eserleri üzerine bir dizi iş üretmek için sipariş veriliyor. Warhol, bu proje için Munch'un "Çığlık", "Madonna", "İskelet Kollu Otoportre" ve "Eva Mudocci" adlı eserlerini seçiyor. Warhol, hayranı olduğu Munch'un otoportre dahil birkaç işini de satın alıyor. Galeri Bellman için üretilen on beş işin tamamı büyük bir hızla muhtemelen İskandinav kökenli alıcılara satılıyor. Warhol tarafından uygulanan foto-mekanik yöntemlerle, Munch'un kendi döneminde sahip olmadığı serigrafi tekniğiyle eserler poster ebatlarında büyütülebildiği ve yine ilk kez pigmentler ve ışıltılı renkler kullanıldığı için, ziyaretçiler ünlü eserleri bambaşka bir zenginlikte izlemi fırsatı da yakalayacaklar.



EYE WONDER
Bu sergiye izlemeye gelmişken güzel bir fotoğraf sergisini de gezme imkanı bulduk. Bank of America Koleksiyonunda Kadın Fotoğraf Sanatçılarının eserlerinden oluşan EYE WONDER sergisi.
Dünyanın en önemli koleksiyonlarından birisi olan Bank of America’dan seçilen bu kadın fotoğrafçıların eserleri belirli bir kronolojiyle sunuluyor. Dünyadaki ilk kadın fotoğrafçının ilk fotoğrafını da gördüğümüz bu sergiyi ve Munch/Warhol sergisini rehber eşliğinde gezebilirsiniz. Giriş ücreti 15 TL.

FANTASTİK MÜZİKAL KOMEDİ - Ankara Devlet Opera Balesi
Ankara Devlet Opera ve Balesi, tarafından sergilenen "Fantastik" adlı müzikal komedide İki gencin birbirlerine olan aşkını ve babalarının bu aşka engel olmaya çalışması konu ediliyor.
Tek amaçları çocuklarını birleştirmek olan iki komşu 'çocuklar daima söylenenin tersini yapar' düşüncesinden hareketle birbirlerine düşman gibi davranıyorlar ve böylece çocuklar birbirlerine aşık oluyor. Oyunları ortaya çıkınca gençlerin arası bozuluyor ama sonunda gene bir araya geliyorlar.
Güzel müzikleriyle izlenmesi gereken bir eser.


ZEZE’NİN MACERALARI - Şeker Portakalı – Güneşi Uyandıralım ve Delifişek



ZEZE’NİN MACERALARI

Bu haftaki yolculuklarımda Brezilyalı yazar Jose Mauro de Vasconcelos'un üç kitaptan oluşan Zeze’nin maceralarını okudum. Yazarın kendi yaşam kesitlerinden yola çıkarak yazdığı bu 3 eserde birbirinden güzel ve birbirinin tamamlayıcısı.

Şeker Portakalı – Güneşi Uyandıralım ve Delifişek


Jose Mauro de Vasconcelos Hakkında:
Brezilyalı yazar Jose Mauro de Vasconcelos, 1920'de Rio de Janeiro yakınlarında, Bangu'da doğdu. Çok yoksul olan ailesi, onu Natal kasabasındaki amcasının yanına yolladı. Orada dokuz yaşındayken Potengi Irmağında yüzmeyi öğrendi ve hep günün birinde yüzme şampiyonu olmanın hayalini kurdu. Liseyi Natal'de bitirdikten sonra iki yıl tıp öğrenimi gördü. Öğrenimini yarıda bırakıp yeni hayaller peşinde Rio de Janeiro'ya döndü. İlk işi, hafif siklet boks antrenörlüğü oldu. Yaşamı boyunca çeşitli işlerde çalıştı, bu onun yazarlığına büyük katkılar sağladı. İlk kitabı "Yaban Muzu" 1940'ta yayımlandı. 1945'te yayımlanan "Beyaz Toprak" adlı romanı çok beğenildi. Daha sonra "Evden Uzakta" (1949) ve "Kırmızı Papağan" (1953) romanlarını yazdı. "Kayığım Rosinha" (1961) ile ününün doruğuna çıktı. En ünlü kitabı "Şeker Portakalı" (1968) on iki günde yazılmıştı. "Ama onu yirmi yıldan fazla yüreğimde taşıdım," der yazar. Bu kitaptaki küçük Zeze'nin serüvenleri "Güneşi Uyandıralım" (1974) ve "Delifişek" (1963) adlı romanlarında sürer. Bu ünlü yazar 1988'de öldü.

ŞEKER PORTAKALI - Jose Mauro de Vasconcelos - 13 Kasım 2013
Çok yoksul bir ailenin zeki ve haşarı çocuğu Zeze’nin yaşamı. İşsiz baba, kardeşlerinin sorumluluğunu üstlenen abi ve abla ve en küçükleri Luis. Anne çalışıyor, baba işsiz. Aile fertleri Zeze’yi anlamıyor. Zeze yaptığı yaramazlıklarla tüm mahalleye zarar veriyor ve sık sık dayak yiyor. Kendisini “Şeytanın Vaftiz Oğlu” sanıyor. Yeni taşındıkları evde şeker portakalı fidanı ile konuşmaya başlıyor, onunla dertleşiyor ve ona içini döküyor. Edmundo dayısından çok şey öğreniyor. Okulda çok başarılı ve öğretmeni onu çok seviyor. Çirkin öğretmeninin masasındaki vazoda çiçek olmamasına çok üzülüyor ve ona çiçek götürüyor. Ama çiçekleri bir bahçeden ve her gün birer tane kopararak alıyor. Bu ortaya çıkınca ve öğretmeni kızınca “ Yeryüzü ulu tanrının dolayısıyla yeryüzündeki her şey de tanrınındır” bu yüzden aldım cevabı veriyor. Ayrıca öğretmeninin verdiği böreği kendisinden daha fakir öğrenciyle paylaşıyor. “Sahip olduğun en az şeyi bile senden yoksul olanla bölüş” hayat felsefini annesinden öğrendiğini anlatıyor.
Tanıştığı bir sokak şarkıcısı ile dost oluyor ve onunla şarkı söyleyip şarkı sözü satıyor. Zaman zamanda ayakkabı boyacılığı yapıyor. Yılbaşı gecesi hiç hediye alamadıkları için üzüntüsünden babasına kötü şeyler söylüyor, babası da bunu duyunca çok üzülüyor. Bunun üzerine Zeze dışarı çıkıp ayakkabı boyayarak basına puro hediyesi alıyor. Böylesine de duygusal bir çocuk.
Arabaların arkasına takılarak hızla gitme oyunu esnasında birisiyle tanışıyor ve önce ondan dayak yiyor ama sonra çok iyi bir dost oluyorlar. Onunla çok sık vakit geçirmeye başlıyor ve bundan çok mutlu oluyor. Babasından yediği bir dayak sonrasında intihar etmeyi düşünüyor ama bu Portekizli engel oluyor. Kendisini evlat edinmesini istiyor ama Portekizli arabasıyla trenin altında kalarak feci bir şekilde ölüyor. Bu ölüm Zeze’yi çok etkiliyor, yaşamdan koparıyor. Kendi içinde bir savaş başlıyor. Bu Zeze’nin büyüme süreci. Şeker Portakalının çiçek açtığını öğreniyor ama artık bu önemli değildir. Yaşadığı büyük acı Zeze’yi olgunlaştırmıştır.
GÜNEŞİ UYANDIRALIM - Jose Mauro de Vasconcelos - 18 Kasım 2013
Şeker Portakalı'nda olduğu gibi Zeze afacanlıklarına devam ediyor, fakat bu sefer ailesinin yanında değil. Daha iyi şartlarda yaşasın ve okusun diye koruyucu bir ailenin yanında. Bu romanda Küçük Şeker Portakalı yok onun yerine yüreğine koyduğu sevgili kurbağası var. Zeze’nin Gözlerinin içi yine ışıl ışıl, yüreği yine sevgi dolu. Hüzünleri, biraz daha büyümüş bir çocuğun hüzünleri. Zengin ve aşırı alıngan bir aile tarafından evlât edinilmiş. Ama Zeze, yeni babasının iyi niyetine karşılık vermiyor. Evdeki biricik dostu, aşçı Dadada. Bir de düşlerindeki, yeri doldurulamayan, yüreğine kadar sokulup yerleşen kurbağa ve bir filmde görerek gerçek babasının yerine koyduğu ünlü Fransız şarkıcısı Maurice Chevalier. Yeni ailesiyle yaşadığı alışma süreci, okulunda yaşadıkları, onu anlayan tek kişi olan peder Fayolle, Adam, Maurice, Tarzan gibi niceleriyle beraber paylaştığı dünyası ve Zeze'nin ilk aşkı keşfetme serüveni. Çok parlak bir öğrenci olan Zeze, sırılsıklam âşık oluyor. O güne kadar herkesi kızdıran, kimi de tehlikeli şeytanlıklar yapan bir çocuk. Çocukluğunun sonu, yeniyetmeliğin ilk adımları.

Kitaptan anekdotlar:

Odama gelip bana iyi geceler dileyen bir babam olsun isterdim. Elini başıma koyan bir baba. Odama giren, üstüm açılmışsa uyandırmamaya bakarak üstümü örten. Bana iyi geceler dileyerek yanağımdan öpen."

Baba bu işte. Gününü ağır bir çalışmayla geçirdi. Çok yorgundu ama yine de bana iyi geceler dilemeye geldi. Baba bu işte.

Bir çocuk yüreği, unutur ama bağışlamaz.

Kör olasıca pis ihtiyar! Yukarıya çıkmak ve bunca güzel şeye bakmakta ne kötülük var? Bu bunaklar zavallı bir çan kulesinden korkuyorlarsa çok yükseklerde olan gökyüzüne nasıl varacaklar?
Yüreğimizde doğan güneşten. Umutlarımızın güneşinden. Düşlerimizi de uyandırmak için göğsümüzde uyandırdığımız güneşten.
Sonuçlarına katlan. İnsan kendi neden olduğu şeyden ötürü hiç yakınmamalı. Cesaret!
Kimse kaçınılmaz sondan kaçamaz.


DELİFİŞEK - Jose Mauro de Vasconcelos - 24 Kasım 2013
Bu kitapta Zeze 19-20 yaşlarında bir delikanlıdır. Bu kez yanında ne şeker portakalı var, ne kurbağası, ne hayali babası, ne de hüzünlü bir şekilde ayrıldığı Portuga'sı. Delikanlılık çağının sorunları, aşka kapılan yüreği, ailesi uğruna vazgeçtikleri ve korkularıyla Zeze duygusallığın doruğunda Tam olarak bir baltaya sap olamamış durumda, önce okula kaydolmuş, ama bırakmış. Bazı işlerde çalışmış, sonra bırakmış. Ailesiyle hala mutsuz. Yine aşık oluyor, ama onunla da tam mutlu olamıyorlar.( çevre baskısından dolayı) Babasına verdiği sözden dolayı aşkından vazgeçişi. Babaların çocukların yaşamına, aşklarına karışması ve kendini bulma süreci.

Kitaptan anekdotlar:

“Ayağımıza bir parça çamur bulaşması günün birinde toprak olacağımızı hatırlatır.”

“Mademki yaşıyordum, daha da büyük acılara katlanmak zorundaydım.”

“Sustum. Düşüncelerle yaşamak daha iyiydi.”

“İnsanın kendini bulması uzun sürer.”

“Bütün hayatım boyunca böyle olmuştu. İstediklerim, artık onlara sahip olamayacağım zaman karşıma çıkıyordu.”



22 Kasım 2013 Cuma

İNSANLARI ANLAMAK

Yaklaşık 2 ay oluyor İstanbul’da çalışmaya başlayalı. 23 yıldır birlikte çalıştığım arkadaşlardan ayrılıp yeni bir ortama yeni kişilere yeni işime alışmaya çalışıyorum.
Ben ayrılırken gözyaşı döken, bana duygusal anlar yaşatan eski arkadaşlardan, bir-ikisi haricinde, ne arayan var ne de soran. Acaba diye geçiyor aklımdan bir yerlerden “ bu adamı arayıp, sormayın” diye telkinde mi bulundular veya psikolojik olarak etkilendikleri için mi arayıp sormuyorlar?
İlk zamanlarda hemen hemen her gün konuştuğumuz, ara sıra buluştuğumuz Şafak’la bile iki haftadır ne görüştük ne konuştuk ne de yazıştık. Herkesi anlarım ama onu anlamakta ayrıca zorluk çekiyorum.
Bir tek en eski arkadaşım Gıyas ve Ayşe arayıp hal hatır sordular. Misafirhanede birlikte kaldığımız Fatih ve Barışla da sık sık görüşüyoruz.
Ne oluyor bu insanlara anlayamıyorum? Çok mu zor geliyor acaba arayıp arkadaşım ne yapıyorsun, nasıl gidiyor, alıştın mı? diye sormak. Bazıları yeni face adresimden arkadaşlık taleplerini bile kabul etmediler.
Tamam herkes işinde gücünde, kendi başının çaresine bakmakla meşgul ama nerede arkadaşlık, dostluk, sevgi, saygı, hoşgörü, kardeşlik!!!
Sahte gözyaşlarından, yapmacık davranışlardan nefret ediyorum….

Fatih Fethi Aksoy
Levent – 22 Kasım 2013

19 Kasım 2013 Salı

PATRİCK SÜSKİND VE 5 KİTABI

Ankara-İstanbul yolculuklarının ve İstanbul’da servis yolculuklarının en keyifli yanı bol bol kitap okuyabilme imkanı sağlaması oluyor.
Her gün 1,5 saat sabah 1,5 saat akşam servis yolculuğunda ve Ankara’ya gelişlerde okuduğum kitaplar hakkında burada bir şeyler yazmaya çalışacağım.

Bu hafta boyunca kurgularına hayran olunan bir yazar olan Patrick Süskind’e ait 5 kitabı okudum. Zaten başka kitabı da yok. Koku adlı kitabıyla ve bunun sinemaya uyarlanmasıyla ülkemizde tanınan Süskind’in diğer kitapları Koku kadar başarılı olmasa da okumaya değer.

Önemli felsefi ve psikolojik olayları eğlenceli ve hatta ciddiyetsiz olarak tabir edilen bir dille kurgularına aktaran, kitapları yirmiden fazla dile çevrilen ve sinemaya uyarlanan Alman yazar ölmeden klasikleşenlerden. Fotoğrafının çekilmesine asla izin vermiyor, ödülleri reddediyor ve röportaj vermiyor

Koku ( Bir katilin öyküsü) 8 Kasım 2013Olay 18.yüzyıl Fransasında geçiyor.
Tüm insani duyum ve duygulardan yoksun ancak kokulara karşı çok duyralı, her konuyu ayırt edebilen, istediği kokuyu elde etmek için cinayet işlemekten bile çekinmeyen Grenoulle’nin hikayesi. Herkesin, herşeyin kokusunu almakta usta olan Grenoulle bir gün kendi kokusunun olmadığını öğrenince dünyası değişiyor. Kendisi için insanmış izlenimi verecek bir kokunun peşine düşüyor ve bunun için seri cinayetler işliyor.



Güvercin 11 Kasım 2013
Hayat ne kadar ince ayrıntısına kadar planlanmış olursa olsun, sıradan bir güvercin bile her an bunu yerle bir edecek kadar kırılgan olabiliyor.
Sağlam temeller üzerinde inşa edildiğini varsaydığımız hayatlarımız aslında ne kadar da yara almaya açıklar.



Üç Buçuk Öykü – 12 Kasım 2013
İlki, ciddiye aldığın bir eleştiriyle ( resimlerinde derinlik yok) kendine, inancına yapabileceklerini anlatan bir ressamın hikayesi. İçine düştüğü bunalımdan ve derinlik arama uğraşından sonra intihar ediyor.
İkincisi bir satranç oyunu üzerinden özgüveni anlatıyor.
Üçüncüsü dünyanın midyeleşmesi teorisi üzerinden çaresizliği anlatıyor.
Buçuğu da okuduğumuz en güzel kitapla başlayan kendine bakış mevzusu.
Öyküler kısa, etkileri uzun!

Kontrbas 13 Kasım 2013
Orkestrada Konrtbas’ın hep arka planda kaldığını, buna mahkum olduğunu bu yüzden de çalanında hep arka planda kaldığını anlatıyor. Bu arada bir orkestranın kontrbassız var olamayacağını iddia ediyor. Sevdiği kadının kendisini fark etmemesini çaldığı enstrümana bağlıyor.
Kendisini fark ettirebilmek için sevgilisine opera da Sarah diye bağırmayı planlıyor.
Bunu yaptı mı bilemiyorum ama bana kalırsa bunu yapacak bir karakter değil…)))
Hayatın çelişkilerden ibaret olduğunu, kontrbasının başında oturan bir müzisyenin monologunda anlatmış yazar. Hayatını, koskoca cüssesiyle kendini adadığı kontrabasıyla yücelten sonra da yine kendi hayatının anlamsızlığını bu işe yaramaz alet üzerinden kavrayan kontrabasçının gel-gitleri, ne seninle-ne sensiz halleri çok tanıdık gelecek! Bu eser tiyatroya da uygulanmış.

Bay Sommer'in Öyküsü – 17 Kasım 2013
Büyümekte olan bir çocuğun gözüyle hayatın ikiyüzlülüğünün keşfi yürek burkan bir şekilde anlatılıyor. Sürekli ağaçlarda yaşayan kahramanımız hayatın adaletsizliğine isyan edip intihara kalkışınca yüksek bir ağaçtan atlamaya kalkıyor. Ancak Bay Sommer’i aşağıda görünce atlamaktan vazgeçiyor.
Büyüyen bir çocuğun gözünden dünyayı ve dolu yağarken bile yürüyen, kimseyle tek kelime etmeyen ve sabah erkenden akşam geç saatlere kadar yürüyen Bay Sommer’i anlatıyor. Bir çocuğun dünyaya ve insanlara bakışı, değerlendirişi, hayalleri ve kızgınlıkları anlatılıyor bu öyküde.
Sonunda yaşlı Bay Sommer Gölde intihar ediyor ve bunu yalnızca kahramanımız görüyor. Hiç bir şey yapamıyor ve kimseyle bunu paylaşmıyor. Nereden geldiği bilinmeyen Bay Sommer’in nereye gittiğini de bilen olmuyor!!




ÜÇ KIZ KARDEŞ - ANTON ÇEHOV İSTANBUL DT

ÜÇ KIZ KARDEŞ - ANTON ÇEHOV İSTANBUL DT - ÇEVİREN: ATAOL BEHRAMOĞLU YÖNETEN: MEHMET BİRKİYE 12 Kasım’da ilk gösterimini (prömiyer) yapan bu oyunu daha ikinci temsilinde Şişli’de Cevahir Alışveriş merkezindeki güzel salonda izledim. Artık hayatta olmayan babaları General Prozorov’un askeri birliklerin başına atanmasıyla Moskova’dan on bir yıl önce taşra kentine gelen üç kız kardeş, erkek kardeşleri ile birlikte bir taşra kentinde yaşamaktalar. Moskova’ya dönme hayali kuran üç kız kardeş, evlerine gelen çeşitli kesimlerden misafirleri sayesinde bu sıkıcı yaşamlarını bir nebze olsun çekilir kılarlar. Bugünlerinden hoşnut değillerdir ve gelecek güzel günleri umut ederek yaşarlar. Ancak bu misafirlerin çoğunun kentten ayrılmasıyla sıkıcı ve hayal kırıklıklarıyla dolu yaşamlarının içine adeta gömülürler ve sonunda üç kız kardeş umutsuzluk ve çaresizlikle baş başa kalır. Hayal edilen yaşama ulaşabilmek için yalnızca hayal etmenin yetmediğini onun için çaba harcamak da gerektiğini yoksa hayatın getirdiklerine hapsolup mutluluğu asla yakalayamayacağımızı anlatan güzel bir oyundu. Oyunun bir bölümünde ‘Moskova’da olup Moskova’nın farkına varamamak’dan bahsedince benim de aklıma İstanbul geldi. Milyonlarca kişi İstanbul’da yaşadığı halde İstanbul’un farkında bile değil. İstanbul’un güzelliklerini yaşayamıyor ve yaşamak için de bir çaba sarf etmiyor, belki de edemiyor. İstanbul’un güzelliklerini yaşamak elbette burada yaşayanlar için çok zor; sabah-akşam en az birer saatini yollarda evlerinden işlerine gitmek için harcıyorlar, ulaşım çok zorluyor, hayat pahalı ve bu güzellikleri yaşamak para istiyor. Ama gene de bir şeyler yapabilmek mümkün. Umutsuzluğa kapılmadan, sabırla, inatla ve gelecek güzel günlerin özlemiyle bu güzellikleri yaşamaya çalışmak gerekiyor. Fatih Fethi Aksoy 13 Kasım 2013 İstanbul

18 Kasım 2013 Pazartesi

BİR BELEDİYE MECLİS TOPLANTISININ ARDINDAN

BİR BELEDİYE MECLİS TOPLANTISININ ARDINDAN 9 Eylül 2013 pazartesi günü mesai saati çıkışında Ankara Büyükşehir Belediye Meclisinin Eylül ayı olağan toplantısının ilkine katılmak üzere toplantı salonuna gittim. Anıttepe Forumundan Önder ve 100.Yıl İnsiyatifinden Özden ve 3 arkadaş daha vardı. Saat 18:00’de başlayacağı bildirilen toplantı 19:15 gibi ancak başlayabildi. İzleyiciler olarak balkona alındık, gazeteciler ve 5-6 kişi dışında sadece biz vardık ve etrafımızı saran 10 civarında özel güvenlik. Özel fotoğrafçıları tarafından fotoğraflarımız çekildi, bakışlarla taciz edildik. Bizim amacımız Anadolu Bulvarını Konya Yoluna bağlayacak otoyol inşaatı ile ilgili görüşme olup olmayacağını görmekti. Toplantı öncesinde CHP grubuyla görüşülmüş ve bir önerge vererek aşağıdaki sorunun sorulması istenmişti.” Mart ayında yapılan belediye meclisinde alınan kararda bu yol üzerindeki 3 kavşağın inşaatına koruma kurulunun kararından sonra başlanacağı yazdığı halde neden 100.yıldaki kavşak çalışmasına başlanıldığı, hatta bitmek üzere olduğunun sorulmasıydı. Toplandı Melih Gökçek’in ve AKP grubunun geç gelmesi nedeniyle bir saatten fazla gecikerek başladı. Gökçek başkanlık koltuğuna oturdu ve yoklamayı başlattı. Katip’in büyük bir süratle ( adeta 100 metre yarışında Usain Bolt ile yarışırcasına) okuduğu isimler ve sonrasında Gökçek’in yeter sayının bulunduğu ve toplantıyı açtığını açıklaması bir anda oldu. ( Bu sürede bunu nasıl saydılar anlamadım). Sonrasında ilk maddeyi Gökçek süratle okudu “ Geçen toplantı tutanağı önünüzde, kabul edenler etmeyenler kabul edilmiştir”. İnanın bana bütün samimiyetimle söylüyorum bunları söylerken başına önündeki kağıttan kaldırmadı bile…))) Neyse 2.madde Yeni Çiftlik Bulvarının adının Ankara Bulvarı olması idi. Bu konuda görüşmeler yapılırken Gökçek konuyu ODTÜ yolu’na getirdi ve birtakım açıklamalar yaptı. Milletvekillerinin iş makinalarını engellediği, Hüseyin Aygün’ün bunlara taş attığı, öğrencilerin taş ve Molotof attığını, işçilere saldırdığını ve iş yapmalarının engellendiğini söyledi. Aylın Nazlıaka’nın şov yaptığını, işçilere kimlik sorduğunu, hangi hakla bunu sorduğunu zavallı işçinin de kimlik gösterdiğini falan söyledi. Söylediklerinin tamamı yalan olduğu halde kimse bir şey söyleyemedi. Ben yukarıdan kendimi zor tutarken taş atan milletvekili meşru müdafaa yapmıştır diyerek CHP grup başkanvekili cevap verince ipler koptu. Tamamı yanlış olan bu ithamlara cevap veremeyip bu lafı da söyleyince ben toplantıyı terk etmeye karar verdim. Ancak arkadaşlar biraz daha bekleyip çıkalım deyince kaldım. Öncelikle Hüseyin Aygün taş atmadı kesilecek elma ağacının meyvesini yedi ve çekirdeğini kepçe kısmında toprağa attı, Öğrenciler ne taş attı ne Molotof, Polis yoktu dedi her taraf polis kaynıyordu, işçini,n kimlik gösterdiğini söyledi, seçilip kimlik sorulan iki görevlide belediye kimliği çıkmadı ve bu görevliler anında alandan uzaklaştırıldılar. Bunların hepsi kayıtlarda var. Ancak ne acıdır ki bütün bunları orada Gökçek’in yüzüne haykıracak kimse yoktu. Bizse izleyici bölümünde ses çıkarmamız yasak ve etrafımız sarılı şekilde bu acı olayı izledik. Bu meclis üyeleri neden bu kadar duyarsız, neden merak edipte araştırma yapmazlar, neden olaylarla ilgilenmezler? Böyle olunca da Gökçek’in karşısında onun bütün yalan ve iftiralarına rağmen rezil olup çıkarlar. AKP’lilere bir şey söyleyemiyorum, MHP zaten mecliste onun stepnesi gibi çalışıyor. CHP’liler ise maalesef bu bilgisizlik ve ilgisizlikten dolayı kepaze oluyorlar. CHP yönetimi seçeceği Belediye Başkanları kadar meclis üyelerini de ince eleyip sık dokumalı ve gerçekten orada halkı temsil edebilecek kişileri aday göstermeli. Benim 1 saatlik meclis izleme maceram büyük bir hüsranla sonuçlandı. Sanırım bir daha bu toplantılara gitmem. Bu arada bizim ısrarla anlatmaya çalıştığımız soru da güme gitti. Sonraki günlerde bir daha gündeme gelir mi bilmem ama Gökçek yalan söylemesini ve karşısındakinin bilgisizliğini kullanmasını çok iyi biliyor ve kendi yalanını bununla çok iyi örtüyor.