27 Kasım 2013 Çarşamba

ARAMIZDAKİ ŞEY – TOMRİS UYAR

ARAMIZDAKİ ŞEY – TOMRİS UYAR 26.11.2013 -İstanbul

Kadınların dünyası üzerine yoğunlaşan bu kitapta kadınların birbirleriyle olan ilişkilerine değinilmiş. Öykülerdeki kadın kahramanlar benzer yalnızlıklara, yalanlara, düşlere sahip olsalar da birbirlerini çekemiyorlar aslında.
Kırmızı kılıklara sokulan kadınların öykülerinde uçları açık bırakılmış.
Başkalarının işine karışmak insanoğlu için eski bir alışkanlık ancak günümüzde bu eğilimin bir çeşit gösteriye dönüştürülmesini öykülerde vurgulamış.

Aramızdaki Şey, alabildiğine yalın ve süssüz bir anlatımla yazılmış kırmızı öykülerden oluşuyor. İlk öyküdeki kırmız giysinin anımsattığı olasılıklar gitgide başka kırmızı olasılıklara açılıyor. Tomris Uyar'ın ana temadaki kırmızıyla belirmek istediği asıl şey dostluk ve değişkenlik gösteren sevgi olsa gerek. Ayrıca toplumsal baskı bu kitabın ana temalarından birisi.


Kitaptan anekdotlar:

Sevilmemeyi rahatça kaldırabiliyorsun da sevilmek zor geliyor sana, sen de bunu anlamıyorsun.
Seninle konuşmak, gergin bir ipte yürümeye benziyor artık. O kadar sertleşmişsin ki, bir rimelin akmasında bile suçlayıcı ipuçları arıyorsun.
Bana neyin daha iyi geldiğini bu kadar güvenle kestirebiliyorsan gözlerin niye yaşardı? Kovma zarafetinin bir parçası mı bu?




Tomris Uyar

Tomris Uyar, 15 Mart 1941'de İstanbul’da hukukçu bir aileye doğdu; annesi Celile hanım babası Ali Fuat Gedik’tir. Büyükbabası Süleyman Sırrı Gedik CHP milletvekilliği yapmıştır. Eğitimine Yeni Kolej’de başlayan yazar, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’ne devam etti ve 1963 yılında buradan mezun oldu. İlk öyküsü “Kristin” 1965 yılında Türk Dili dergisinde yayımlandı. Öykü, deneme ve çevirilerini Dost, Papirüs, Soyut ve Yeni Dergi gibi dergilerde yayımlatmaya başlayan yazar, altmışlı yıllarda adını edebiyat dünyasında duyurdu. 1969’a “R. Tomris” imzasını kullanan Tomris Uyar, 1969’da Turgut Uyar ile evlendi, bu evliliğinden Hayri Turgut Uyar adında bir oğlu oldu. Hayri Turgut Uyar, İTÜ’de Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nde akademisyen olan çalışmaktadır.
Tomris Uyar’ın ilk öykü kitabı İpek ve Bakır 1971 yılında okurlarla buluştu. 1973’te Ödeşmeler, 1975’te Dizboyu Papatyalar ve 1979’da Yürekte Bukağı yayımlandı. Yürekte Bukağı, Tomris Uyar’a 1980 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandırdı. Bu kitapları 1981’de Yaz Düşleri Düş Kışları, 1983’te Gecegezen Kızlar ve 1985 yılında Rus Ruleti/Dön Geri Bak izledi. 1986 tarihli Yaza Yolculuk adlı kitabı ile ikinci kez Sait Faik Hikâye Armağanı’nını kazanan yazar, 1990 yılında Sekizinci Günah’ı ve 1992’de Otuzların Kadını’nı yayımladı. Son öykü kitabı Aramızdaki Şey 1998 yılında yayımlandı. Yazarın “Sarmaşık Gülleri” öyküsü Tv’ye uyarlandı.
Tomris Uyar’ın öyküleri, toplumsal olaylara duyarlı bir kalemin eleştirel yalınlığını taşır. Gündelik hayatın açmazları öykülerde önemli yer tutar. Uyar, hem eleştirel hem umutludur insanlık adına. Öyküleri, toplumun birey üzerindeki yok edici etkisi kadar, bireyin direnme gücüne de vurgu yapar.
Öyküleri çeşitli yabancı dillere çevrilerek birçok antolojide yer alan Tomris Uyar, öykücülüğünün yanı sıra başarılı bir çevirmendir. Turgut Uyar’la birlikte Lucretius’tan çevirdikleri Evrenin Yapısı Türk Dil Kurumu’nun 1975 yılı Çeviri Ödülü’nü aldı.
Yazar öykü kitaplarının yanı sıra günlük yaşama ilişkin düşüncelerini bir araya getirdiği, günlük tadında notlarını içeren kitaplar da yayımladı: Gündökümü 75 (1976), Sesler Yüzler Sokaklar (1981), Günlerin Tortusu: Bir Uyumsuzun Notları (1985), Yazılı Günler (1985-1988),Tanışma Günleri/Anları (1989-1995) ve Yüzleşmeler: Bir Uyumsuzun Notları (1995-1999).
4 Temmuz 2003'te kanser nedeniyle hayata veda etti.


26 Kasım 2013 Salı

OLUMLU DÜŞÜN MUTLU OL!

OLUMLU DÜŞÜN MUTLU OL!

İnsanlar ne kadar mutlu, ne kadar pozitif olurlarsa ürettikleri nöropeptip denilen protein zincirleri daha sağlıklı oluyormuş ve bağışıklık sistemi güçleniyormuş.
Zihindeki olumlu düşünceler bedende birtakım olumlu sonuçlar yaratıyor. Mutlu insanın beyninde endorfin denilen bir çeşit doğal morfin salgılanıyormuş Bu bildiğimiz morfinden en az 100 kere daha güçlüymüş ve kişinin üzüntüsünü dindirmesine yardımcı oluyormuş.

Bu endorfin MUZ – PORTAKAL – ÇİLEK –ÇİKOLATA ve FISTIK’da da bolca varmış. Olumlu düşünmeyenler eksiklerini bunlardan giderebilirler!!!

İçerisinde bulunduğum zor şartlardan en az zararla çıkmak için edindiğim, bu durumu fırsata çevir ve mümkün olduğunca bunu değerlendir düşüncesi ile örtüşüyor sanırım ve beni ayakta tutanda bu olumlu düşünce diye düşünüyorum.

Dünyaya yalnızca yaşamak için değil, bir fark yaratmak için geliyorsak;

Daha çok düşünecek,

Daha çok risk alacak,

Daha çok eylemde bulunacağız.

ve

Mizah duygunu yitirmeyecek

Cesur ve idealist olacağız.

KORKUNUN ROMANI - TEK KANATLI BİR KUŞ - YAŞAR KEMAL


Korkunun Romanı
Tek Kanatlı Bir Kuş – Yaşar Kemal
25 Kasım 2013


Edebiyatımızın en büyük ustalarından Yaşar Kemal’in bu kısa ama destansı romanı tam da günümüze ışık tutuyor. Bugünlerde toplumun her katmanını saran korkuyu ustaca işlemiş bu romanda. Neden olduğunu bilmeden korkmak, korkuların en büyüğü olsa gerek.
Halkının neden terk ettiği bilinmeyen, gizemli karanlık bir kasaba, bu kasabaya atandığı halde gidemeyen bir posta müdürü, yalnızlığın timsali bir istasyon şefi, "Alamancı" bir genç kadın...Ve bütün fantastikliğine karşın son derece gerçekçi gelen bir dünya...
Tek Kanatlı Bir Kuş romanı, okuru 1960’lı yılların Anadolusuna götüren tarihi bir belge.
Tek Kanatlı Bir Kuş, insanların kanatlarının kırılmasının, onların uçamayacak hale getirilmesinin öyküsünü anlatıyor.
Tek Kanatlı Bir Kuş romanında, Yokuşlu kasabası sakinlerinin üzerine kaya düştüğü iddia ediliyor fakat kasaba sapasağlam yerinde duruyor. Kim bilir, belki de kasaba sakinleri korku içinde yaşamaktansa başka bir diyara göç etmeyi seçmiştir. “Bir kapı açıp” sessiz sedasız göçmüşlerdir.
Tek Kanatlı Bir Kuş, posta müdürü Remzi Tavdemir ile Melek Hanım’ın tren yolculuğu ile başlıyor. Tayinlerinin çıktığı Yokuşlu kasabasına gitmek üzere trenden inen çift etrafta yol soracak kimseyi bulamıyor ve roman boyu sürecek bekleme eylemi işte bu istasyonda başlıyor.

Saatler süren beklemelerinin ardından istasyon şefi Sadrettin Bey geliyor fakat haberler iyi değil. Onlara Yokuşlu kasabasında artık kimsenin yaşamadığını, başka bir kasabaya atanmak üzere Ankara’ya gitmeleri gerektiğini ısrarla anlatıyor. “(…) sen Yokuşluya gitme. Gidemezsin, gidemeyeceksin.” “Yokuşlu yok artık. Kasaba dağıldı.”
Sadrettin Bey, onlara Ankara’ya gitmeleri gerektiğini söylüyor. Çünkü dertliler devasını bu şehirde bulur. Çözüm Ankara’da aranır. Bunu herkes bilir.
İstasyon şefinin dediği gibi; Yokuşlu kasabası artık gidilemeyecek, hiçbir zaman ulaşılamayacak yer olmuştur. Fakat henüz korkunun esiri olmamış Remzi Bey başlangıçta pes etmez: “’Olmaz,’ dedi Remzi Bey, ‘olmaz. Yıkılmışsa batmışsa da görmeliyim kasabayı, görmeli öyle geri dönmeliyim.’”
Böylece onları kasabaya götürecek bir araç bulma macerası başlar. Onları kasabanın yol ayrımına kadar götüren şoförün sözleri anlamıdır: “Kimse yaklaşamıyor o kasabaya. Siz amma yürekli adamlarsınız.”
Öyle ya, korkuyu aşmak için yürek gerekir. Ancak “yürekli adamlar” korku duvarını aşarak kasabaya gidebilir. Remzi Bey ile Melek Hanım’ın yanında duran uzun siyah arabadan inen “siyah giyinmiş, siyah kıravatlı ak gömlekli, rugan pabuçları pırıl pırıl”, onlara “söyle vatandaş dileğin nedir?” diye soran adamın kasabaya girememesi bu yüzdendir. Evet, yepyeni arabası-ayakkabıları vardır belki ama cesareti, yüreği yoktur. Bu yüzden onlara “şimdi Ankaraya gidiyorum, siz burada bekleyin, ben bu kasabaya girmenin mutlak bir yolunu bulacağım. Siz hiç üzülmeyin, üzülmeyin ve burada bekleyin” der ve gözden kaybolur. Çare Ankara’da olabilir ama onu arayıp bulacak olan “kim olduğunu biliverdikleri” o adam değil; ta kendileridir.
Kasabanın etrafındaki korku duvarına çarpıp düşen sadece Melek Hanım ve Remzi Bey değildir. Yol sapağında bekledikçe, bu beklemeye başkaları da dâhil olur. Fakat hiçbiri korku duvarını aşamaz, daha doğrusu henüz aşamaz. Peki, kimi, neyi bekliyorlar?
Kitaptaki karakterleri bir araya getiren de daha sonra ayıracak olan da korkudur. Öyle bir korku ki arttıkça efsaneleşir, efsane olup dillere düşerek yayıldıkça artar da artar. Bu korkunun sonucu olarak terk edilen, kuş uçmaz kervan geçmez kasabada insan yiyen kuşlar, ecinniler, herkesi yutan kuyular peyda olur.
Belki Yokuşlu kasabasına gitmek gerçekten mümkün değildir, belki o kasabada yaşamı yeniden yeşertmek hakikaten imkânsızdır. Ama bunu öğrenmenin yolu kuşkusuz yol sapağında bekleyerek gitmek isteyenleri de korkutmak, caydırmak değildir. Ne de olsa: “Savaşan kaybedebilir. Savaşmayan, çoktan kaybetmiştir.”
Tek kanatlı kuşlar uçamazlar, bu doğru. Fakat bazen kanatları sapasağlam olan kuşlar da uçamaz. Onlar uçamayacakları söylenmiştir. Kuşlar uçmadıkça kanatlar körelir. Bir süre sonra gerçekten uçamaz hale gelirler.
Roman 1960’lı yıllarda yazılmış ama sanki biraz da bugünü anlatıyor. Yaşar Kemal’in elli yıl sonra kitabı bastırmaya karar vermesinde belki günümüzün dünyası etkili olmuştur. “Umutsuzluk çağında” etraf tek kanatlı kuşlardan geçilmez. Her yer Yokuşlu kasabasıdır.
Korku imparatorluğunu yıkmak için bir araya gelen yürekleri Taksim’de Gezi parkında görünce ve bunun dalga dalga her yere yayılmasıyla korku saf değiştirdi. Şimdi iktidardakiler yarattıkları bu korku imparatorluğunun yıkılmasından korkmaya başladılar ve bunun önüne geçmek için her türlü şiddete ve sınır tanımaz yeni korkulara başvuruyorlar.
Ancak umuttur korku bulutunu dağıtacak, yerle bir edecek olan ve bu umut artık yeşerdi bundan geri dönüş yok.

25 Kasım 2013 Pazartesi

SIRADIŞI İKİ SANATÇI MUNCH VE WARHOL CERMODERN'DE


23-24 Kasım 2013 Cumartesi- Pazar Ankara
Bu hafta sonu Ankara’da Cermodern’de güzel iki sergi ve Resim Heykel Müzesi Salonunda ( Türkocağı Sahnesi) müzikal komedi izledik.

Cermodern, Sıradışı İki Sanatçıyı Bir Sergide Buluşturdu
CerModern ve Norveç Büyükelçiliği, yirminci yüzyılın en sıradışı ve yaratıcı iki baskı ustasını,
Edvard Munch ve Andy Warhol’u sıradışı bir sergiyle Ankaralı sanatseverlerle buluşturdu.
Sergi bu sıradışı iklinin, Varoluşçu-ekspresyonist Edvard Munch (1863-1944) ve sakin ve bağımsız Andy Warhol’un (1928-1987) belirgin benzerliklerini ortaya çıkarmak amacıyla yine sıradışı iki küratör Patricia G. Berman ve Pari Stave tarafından derlenmiş. Yirmi yedi seçkiden oluşan sergide, Munch’ün yüzyılın başlarında ürettiği dört taşbaskı serisi olan Çığlık, Broş, Madonna, Eva Mudocci ve İskelet Kol adlı dört motifinin baskılarının yakından incelenmesi ve 1984 yılında Warhol tarafından çok özel tekniklerle yaratılan pano baskı serilerinin yeniden formülasyonu sunulmaktadır.
Edward Munch’un doğumunun 150. yılı anısına gerçekleştirilen sergi, Andy Warhol Müzesi (NY) , Munch Müzesi (Oslo) ve özel koleksiyonlardan derlenmiş, şimdiye kadar çok az gösterilmiş eserlerden oluşmaktadır. Sergi 6 Kasım – 5 Ocak tarihlerinde izlenebilir.
Modernizmin karşıt uçlarında olmalarına rağmen, her iki sanatçı da çağın belirli temaları üzerine yoğunlaşmış. Anksiyete ve yabancılaşma, özeleştiri, ideal kadınsı güzellik ve fanilik… Her şeyin ötesinde, Munch ve Warhol ustaca döşedikleri yolda resmin ikonik gücünü hem kendi yaşamlarını hem de efsanevi kimliklerini güçlendirmek için kullandılar.
1983 yılında, Andy Warhol'a Galleri Bellman tarafından Edward Munch'un eserleri üzerine bir dizi iş üretmek için sipariş veriliyor. Warhol, bu proje için Munch'un "Çığlık", "Madonna", "İskelet Kollu Otoportre" ve "Eva Mudocci" adlı eserlerini seçiyor. Warhol, hayranı olduğu Munch'un otoportre dahil birkaç işini de satın alıyor. Galeri Bellman için üretilen on beş işin tamamı büyük bir hızla muhtemelen İskandinav kökenli alıcılara satılıyor. Warhol tarafından uygulanan foto-mekanik yöntemlerle, Munch'un kendi döneminde sahip olmadığı serigrafi tekniğiyle eserler poster ebatlarında büyütülebildiği ve yine ilk kez pigmentler ve ışıltılı renkler kullanıldığı için, ziyaretçiler ünlü eserleri bambaşka bir zenginlikte izlemi fırsatı da yakalayacaklar.



EYE WONDER
Bu sergiye izlemeye gelmişken güzel bir fotoğraf sergisini de gezme imkanı bulduk. Bank of America Koleksiyonunda Kadın Fotoğraf Sanatçılarının eserlerinden oluşan EYE WONDER sergisi.
Dünyanın en önemli koleksiyonlarından birisi olan Bank of America’dan seçilen bu kadın fotoğrafçıların eserleri belirli bir kronolojiyle sunuluyor. Dünyadaki ilk kadın fotoğrafçının ilk fotoğrafını da gördüğümüz bu sergiyi ve Munch/Warhol sergisini rehber eşliğinde gezebilirsiniz. Giriş ücreti 15 TL.

FANTASTİK MÜZİKAL KOMEDİ - Ankara Devlet Opera Balesi
Ankara Devlet Opera ve Balesi, tarafından sergilenen "Fantastik" adlı müzikal komedide İki gencin birbirlerine olan aşkını ve babalarının bu aşka engel olmaya çalışması konu ediliyor.
Tek amaçları çocuklarını birleştirmek olan iki komşu 'çocuklar daima söylenenin tersini yapar' düşüncesinden hareketle birbirlerine düşman gibi davranıyorlar ve böylece çocuklar birbirlerine aşık oluyor. Oyunları ortaya çıkınca gençlerin arası bozuluyor ama sonunda gene bir araya geliyorlar.
Güzel müzikleriyle izlenmesi gereken bir eser.


ZEZE’NİN MACERALARI - Şeker Portakalı – Güneşi Uyandıralım ve Delifişek



ZEZE’NİN MACERALARI

Bu haftaki yolculuklarımda Brezilyalı yazar Jose Mauro de Vasconcelos'un üç kitaptan oluşan Zeze’nin maceralarını okudum. Yazarın kendi yaşam kesitlerinden yola çıkarak yazdığı bu 3 eserde birbirinden güzel ve birbirinin tamamlayıcısı.

Şeker Portakalı – Güneşi Uyandıralım ve Delifişek


Jose Mauro de Vasconcelos Hakkında:
Brezilyalı yazar Jose Mauro de Vasconcelos, 1920'de Rio de Janeiro yakınlarında, Bangu'da doğdu. Çok yoksul olan ailesi, onu Natal kasabasındaki amcasının yanına yolladı. Orada dokuz yaşındayken Potengi Irmağında yüzmeyi öğrendi ve hep günün birinde yüzme şampiyonu olmanın hayalini kurdu. Liseyi Natal'de bitirdikten sonra iki yıl tıp öğrenimi gördü. Öğrenimini yarıda bırakıp yeni hayaller peşinde Rio de Janeiro'ya döndü. İlk işi, hafif siklet boks antrenörlüğü oldu. Yaşamı boyunca çeşitli işlerde çalıştı, bu onun yazarlığına büyük katkılar sağladı. İlk kitabı "Yaban Muzu" 1940'ta yayımlandı. 1945'te yayımlanan "Beyaz Toprak" adlı romanı çok beğenildi. Daha sonra "Evden Uzakta" (1949) ve "Kırmızı Papağan" (1953) romanlarını yazdı. "Kayığım Rosinha" (1961) ile ününün doruğuna çıktı. En ünlü kitabı "Şeker Portakalı" (1968) on iki günde yazılmıştı. "Ama onu yirmi yıldan fazla yüreğimde taşıdım," der yazar. Bu kitaptaki küçük Zeze'nin serüvenleri "Güneşi Uyandıralım" (1974) ve "Delifişek" (1963) adlı romanlarında sürer. Bu ünlü yazar 1988'de öldü.

ŞEKER PORTAKALI - Jose Mauro de Vasconcelos - 13 Kasım 2013
Çok yoksul bir ailenin zeki ve haşarı çocuğu Zeze’nin yaşamı. İşsiz baba, kardeşlerinin sorumluluğunu üstlenen abi ve abla ve en küçükleri Luis. Anne çalışıyor, baba işsiz. Aile fertleri Zeze’yi anlamıyor. Zeze yaptığı yaramazlıklarla tüm mahalleye zarar veriyor ve sık sık dayak yiyor. Kendisini “Şeytanın Vaftiz Oğlu” sanıyor. Yeni taşındıkları evde şeker portakalı fidanı ile konuşmaya başlıyor, onunla dertleşiyor ve ona içini döküyor. Edmundo dayısından çok şey öğreniyor. Okulda çok başarılı ve öğretmeni onu çok seviyor. Çirkin öğretmeninin masasındaki vazoda çiçek olmamasına çok üzülüyor ve ona çiçek götürüyor. Ama çiçekleri bir bahçeden ve her gün birer tane kopararak alıyor. Bu ortaya çıkınca ve öğretmeni kızınca “ Yeryüzü ulu tanrının dolayısıyla yeryüzündeki her şey de tanrınındır” bu yüzden aldım cevabı veriyor. Ayrıca öğretmeninin verdiği böreği kendisinden daha fakir öğrenciyle paylaşıyor. “Sahip olduğun en az şeyi bile senden yoksul olanla bölüş” hayat felsefini annesinden öğrendiğini anlatıyor.
Tanıştığı bir sokak şarkıcısı ile dost oluyor ve onunla şarkı söyleyip şarkı sözü satıyor. Zaman zamanda ayakkabı boyacılığı yapıyor. Yılbaşı gecesi hiç hediye alamadıkları için üzüntüsünden babasına kötü şeyler söylüyor, babası da bunu duyunca çok üzülüyor. Bunun üzerine Zeze dışarı çıkıp ayakkabı boyayarak basına puro hediyesi alıyor. Böylesine de duygusal bir çocuk.
Arabaların arkasına takılarak hızla gitme oyunu esnasında birisiyle tanışıyor ve önce ondan dayak yiyor ama sonra çok iyi bir dost oluyorlar. Onunla çok sık vakit geçirmeye başlıyor ve bundan çok mutlu oluyor. Babasından yediği bir dayak sonrasında intihar etmeyi düşünüyor ama bu Portekizli engel oluyor. Kendisini evlat edinmesini istiyor ama Portekizli arabasıyla trenin altında kalarak feci bir şekilde ölüyor. Bu ölüm Zeze’yi çok etkiliyor, yaşamdan koparıyor. Kendi içinde bir savaş başlıyor. Bu Zeze’nin büyüme süreci. Şeker Portakalının çiçek açtığını öğreniyor ama artık bu önemli değildir. Yaşadığı büyük acı Zeze’yi olgunlaştırmıştır.
GÜNEŞİ UYANDIRALIM - Jose Mauro de Vasconcelos - 18 Kasım 2013
Şeker Portakalı'nda olduğu gibi Zeze afacanlıklarına devam ediyor, fakat bu sefer ailesinin yanında değil. Daha iyi şartlarda yaşasın ve okusun diye koruyucu bir ailenin yanında. Bu romanda Küçük Şeker Portakalı yok onun yerine yüreğine koyduğu sevgili kurbağası var. Zeze’nin Gözlerinin içi yine ışıl ışıl, yüreği yine sevgi dolu. Hüzünleri, biraz daha büyümüş bir çocuğun hüzünleri. Zengin ve aşırı alıngan bir aile tarafından evlât edinilmiş. Ama Zeze, yeni babasının iyi niyetine karşılık vermiyor. Evdeki biricik dostu, aşçı Dadada. Bir de düşlerindeki, yeri doldurulamayan, yüreğine kadar sokulup yerleşen kurbağa ve bir filmde görerek gerçek babasının yerine koyduğu ünlü Fransız şarkıcısı Maurice Chevalier. Yeni ailesiyle yaşadığı alışma süreci, okulunda yaşadıkları, onu anlayan tek kişi olan peder Fayolle, Adam, Maurice, Tarzan gibi niceleriyle beraber paylaştığı dünyası ve Zeze'nin ilk aşkı keşfetme serüveni. Çok parlak bir öğrenci olan Zeze, sırılsıklam âşık oluyor. O güne kadar herkesi kızdıran, kimi de tehlikeli şeytanlıklar yapan bir çocuk. Çocukluğunun sonu, yeniyetmeliğin ilk adımları.

Kitaptan anekdotlar:

Odama gelip bana iyi geceler dileyen bir babam olsun isterdim. Elini başıma koyan bir baba. Odama giren, üstüm açılmışsa uyandırmamaya bakarak üstümü örten. Bana iyi geceler dileyerek yanağımdan öpen."

Baba bu işte. Gününü ağır bir çalışmayla geçirdi. Çok yorgundu ama yine de bana iyi geceler dilemeye geldi. Baba bu işte.

Bir çocuk yüreği, unutur ama bağışlamaz.

Kör olasıca pis ihtiyar! Yukarıya çıkmak ve bunca güzel şeye bakmakta ne kötülük var? Bu bunaklar zavallı bir çan kulesinden korkuyorlarsa çok yükseklerde olan gökyüzüne nasıl varacaklar?
Yüreğimizde doğan güneşten. Umutlarımızın güneşinden. Düşlerimizi de uyandırmak için göğsümüzde uyandırdığımız güneşten.
Sonuçlarına katlan. İnsan kendi neden olduğu şeyden ötürü hiç yakınmamalı. Cesaret!
Kimse kaçınılmaz sondan kaçamaz.


DELİFİŞEK - Jose Mauro de Vasconcelos - 24 Kasım 2013
Bu kitapta Zeze 19-20 yaşlarında bir delikanlıdır. Bu kez yanında ne şeker portakalı var, ne kurbağası, ne hayali babası, ne de hüzünlü bir şekilde ayrıldığı Portuga'sı. Delikanlılık çağının sorunları, aşka kapılan yüreği, ailesi uğruna vazgeçtikleri ve korkularıyla Zeze duygusallığın doruğunda Tam olarak bir baltaya sap olamamış durumda, önce okula kaydolmuş, ama bırakmış. Bazı işlerde çalışmış, sonra bırakmış. Ailesiyle hala mutsuz. Yine aşık oluyor, ama onunla da tam mutlu olamıyorlar.( çevre baskısından dolayı) Babasına verdiği sözden dolayı aşkından vazgeçişi. Babaların çocukların yaşamına, aşklarına karışması ve kendini bulma süreci.

Kitaptan anekdotlar:

“Ayağımıza bir parça çamur bulaşması günün birinde toprak olacağımızı hatırlatır.”

“Mademki yaşıyordum, daha da büyük acılara katlanmak zorundaydım.”

“Sustum. Düşüncelerle yaşamak daha iyiydi.”

“İnsanın kendini bulması uzun sürer.”

“Bütün hayatım boyunca böyle olmuştu. İstediklerim, artık onlara sahip olamayacağım zaman karşıma çıkıyordu.”



22 Kasım 2013 Cuma

İNSANLARI ANLAMAK

Yaklaşık 2 ay oluyor İstanbul’da çalışmaya başlayalı. 23 yıldır birlikte çalıştığım arkadaşlardan ayrılıp yeni bir ortama yeni kişilere yeni işime alışmaya çalışıyorum.
Ben ayrılırken gözyaşı döken, bana duygusal anlar yaşatan eski arkadaşlardan, bir-ikisi haricinde, ne arayan var ne de soran. Acaba diye geçiyor aklımdan bir yerlerden “ bu adamı arayıp, sormayın” diye telkinde mi bulundular veya psikolojik olarak etkilendikleri için mi arayıp sormuyorlar?
İlk zamanlarda hemen hemen her gün konuştuğumuz, ara sıra buluştuğumuz Şafak’la bile iki haftadır ne görüştük ne konuştuk ne de yazıştık. Herkesi anlarım ama onu anlamakta ayrıca zorluk çekiyorum.
Bir tek en eski arkadaşım Gıyas ve Ayşe arayıp hal hatır sordular. Misafirhanede birlikte kaldığımız Fatih ve Barışla da sık sık görüşüyoruz.
Ne oluyor bu insanlara anlayamıyorum? Çok mu zor geliyor acaba arayıp arkadaşım ne yapıyorsun, nasıl gidiyor, alıştın mı? diye sormak. Bazıları yeni face adresimden arkadaşlık taleplerini bile kabul etmediler.
Tamam herkes işinde gücünde, kendi başının çaresine bakmakla meşgul ama nerede arkadaşlık, dostluk, sevgi, saygı, hoşgörü, kardeşlik!!!
Sahte gözyaşlarından, yapmacık davranışlardan nefret ediyorum….

Fatih Fethi Aksoy
Levent – 22 Kasım 2013

19 Kasım 2013 Salı

PATRİCK SÜSKİND VE 5 KİTABI

Ankara-İstanbul yolculuklarının ve İstanbul’da servis yolculuklarının en keyifli yanı bol bol kitap okuyabilme imkanı sağlaması oluyor.
Her gün 1,5 saat sabah 1,5 saat akşam servis yolculuğunda ve Ankara’ya gelişlerde okuduğum kitaplar hakkında burada bir şeyler yazmaya çalışacağım.

Bu hafta boyunca kurgularına hayran olunan bir yazar olan Patrick Süskind’e ait 5 kitabı okudum. Zaten başka kitabı da yok. Koku adlı kitabıyla ve bunun sinemaya uyarlanmasıyla ülkemizde tanınan Süskind’in diğer kitapları Koku kadar başarılı olmasa da okumaya değer.

Önemli felsefi ve psikolojik olayları eğlenceli ve hatta ciddiyetsiz olarak tabir edilen bir dille kurgularına aktaran, kitapları yirmiden fazla dile çevrilen ve sinemaya uyarlanan Alman yazar ölmeden klasikleşenlerden. Fotoğrafının çekilmesine asla izin vermiyor, ödülleri reddediyor ve röportaj vermiyor

Koku ( Bir katilin öyküsü) 8 Kasım 2013Olay 18.yüzyıl Fransasında geçiyor.
Tüm insani duyum ve duygulardan yoksun ancak kokulara karşı çok duyralı, her konuyu ayırt edebilen, istediği kokuyu elde etmek için cinayet işlemekten bile çekinmeyen Grenoulle’nin hikayesi. Herkesin, herşeyin kokusunu almakta usta olan Grenoulle bir gün kendi kokusunun olmadığını öğrenince dünyası değişiyor. Kendisi için insanmış izlenimi verecek bir kokunun peşine düşüyor ve bunun için seri cinayetler işliyor.



Güvercin 11 Kasım 2013
Hayat ne kadar ince ayrıntısına kadar planlanmış olursa olsun, sıradan bir güvercin bile her an bunu yerle bir edecek kadar kırılgan olabiliyor.
Sağlam temeller üzerinde inşa edildiğini varsaydığımız hayatlarımız aslında ne kadar da yara almaya açıklar.



Üç Buçuk Öykü – 12 Kasım 2013
İlki, ciddiye aldığın bir eleştiriyle ( resimlerinde derinlik yok) kendine, inancına yapabileceklerini anlatan bir ressamın hikayesi. İçine düştüğü bunalımdan ve derinlik arama uğraşından sonra intihar ediyor.
İkincisi bir satranç oyunu üzerinden özgüveni anlatıyor.
Üçüncüsü dünyanın midyeleşmesi teorisi üzerinden çaresizliği anlatıyor.
Buçuğu da okuduğumuz en güzel kitapla başlayan kendine bakış mevzusu.
Öyküler kısa, etkileri uzun!

Kontrbas 13 Kasım 2013
Orkestrada Konrtbas’ın hep arka planda kaldığını, buna mahkum olduğunu bu yüzden de çalanında hep arka planda kaldığını anlatıyor. Bu arada bir orkestranın kontrbassız var olamayacağını iddia ediyor. Sevdiği kadının kendisini fark etmemesini çaldığı enstrümana bağlıyor.
Kendisini fark ettirebilmek için sevgilisine opera da Sarah diye bağırmayı planlıyor.
Bunu yaptı mı bilemiyorum ama bana kalırsa bunu yapacak bir karakter değil…)))
Hayatın çelişkilerden ibaret olduğunu, kontrbasının başında oturan bir müzisyenin monologunda anlatmış yazar. Hayatını, koskoca cüssesiyle kendini adadığı kontrabasıyla yücelten sonra da yine kendi hayatının anlamsızlığını bu işe yaramaz alet üzerinden kavrayan kontrabasçının gel-gitleri, ne seninle-ne sensiz halleri çok tanıdık gelecek! Bu eser tiyatroya da uygulanmış.

Bay Sommer'in Öyküsü – 17 Kasım 2013
Büyümekte olan bir çocuğun gözüyle hayatın ikiyüzlülüğünün keşfi yürek burkan bir şekilde anlatılıyor. Sürekli ağaçlarda yaşayan kahramanımız hayatın adaletsizliğine isyan edip intihara kalkışınca yüksek bir ağaçtan atlamaya kalkıyor. Ancak Bay Sommer’i aşağıda görünce atlamaktan vazgeçiyor.
Büyüyen bir çocuğun gözünden dünyayı ve dolu yağarken bile yürüyen, kimseyle tek kelime etmeyen ve sabah erkenden akşam geç saatlere kadar yürüyen Bay Sommer’i anlatıyor. Bir çocuğun dünyaya ve insanlara bakışı, değerlendirişi, hayalleri ve kızgınlıkları anlatılıyor bu öyküde.
Sonunda yaşlı Bay Sommer Gölde intihar ediyor ve bunu yalnızca kahramanımız görüyor. Hiç bir şey yapamıyor ve kimseyle bunu paylaşmıyor. Nereden geldiği bilinmeyen Bay Sommer’in nereye gittiğini de bilen olmuyor!!




ÜÇ KIZ KARDEŞ - ANTON ÇEHOV İSTANBUL DT

ÜÇ KIZ KARDEŞ - ANTON ÇEHOV İSTANBUL DT - ÇEVİREN: ATAOL BEHRAMOĞLU YÖNETEN: MEHMET BİRKİYE 12 Kasım’da ilk gösterimini (prömiyer) yapan bu oyunu daha ikinci temsilinde Şişli’de Cevahir Alışveriş merkezindeki güzel salonda izledim. Artık hayatta olmayan babaları General Prozorov’un askeri birliklerin başına atanmasıyla Moskova’dan on bir yıl önce taşra kentine gelen üç kız kardeş, erkek kardeşleri ile birlikte bir taşra kentinde yaşamaktalar. Moskova’ya dönme hayali kuran üç kız kardeş, evlerine gelen çeşitli kesimlerden misafirleri sayesinde bu sıkıcı yaşamlarını bir nebze olsun çekilir kılarlar. Bugünlerinden hoşnut değillerdir ve gelecek güzel günleri umut ederek yaşarlar. Ancak bu misafirlerin çoğunun kentten ayrılmasıyla sıkıcı ve hayal kırıklıklarıyla dolu yaşamlarının içine adeta gömülürler ve sonunda üç kız kardeş umutsuzluk ve çaresizlikle baş başa kalır. Hayal edilen yaşama ulaşabilmek için yalnızca hayal etmenin yetmediğini onun için çaba harcamak da gerektiğini yoksa hayatın getirdiklerine hapsolup mutluluğu asla yakalayamayacağımızı anlatan güzel bir oyundu. Oyunun bir bölümünde ‘Moskova’da olup Moskova’nın farkına varamamak’dan bahsedince benim de aklıma İstanbul geldi. Milyonlarca kişi İstanbul’da yaşadığı halde İstanbul’un farkında bile değil. İstanbul’un güzelliklerini yaşayamıyor ve yaşamak için de bir çaba sarf etmiyor, belki de edemiyor. İstanbul’un güzelliklerini yaşamak elbette burada yaşayanlar için çok zor; sabah-akşam en az birer saatini yollarda evlerinden işlerine gitmek için harcıyorlar, ulaşım çok zorluyor, hayat pahalı ve bu güzellikleri yaşamak para istiyor. Ama gene de bir şeyler yapabilmek mümkün. Umutsuzluğa kapılmadan, sabırla, inatla ve gelecek güzel günlerin özlemiyle bu güzellikleri yaşamaya çalışmak gerekiyor. Fatih Fethi Aksoy 13 Kasım 2013 İstanbul

18 Kasım 2013 Pazartesi

BİR BELEDİYE MECLİS TOPLANTISININ ARDINDAN

BİR BELEDİYE MECLİS TOPLANTISININ ARDINDAN 9 Eylül 2013 pazartesi günü mesai saati çıkışında Ankara Büyükşehir Belediye Meclisinin Eylül ayı olağan toplantısının ilkine katılmak üzere toplantı salonuna gittim. Anıttepe Forumundan Önder ve 100.Yıl İnsiyatifinden Özden ve 3 arkadaş daha vardı. Saat 18:00’de başlayacağı bildirilen toplantı 19:15 gibi ancak başlayabildi. İzleyiciler olarak balkona alındık, gazeteciler ve 5-6 kişi dışında sadece biz vardık ve etrafımızı saran 10 civarında özel güvenlik. Özel fotoğrafçıları tarafından fotoğraflarımız çekildi, bakışlarla taciz edildik. Bizim amacımız Anadolu Bulvarını Konya Yoluna bağlayacak otoyol inşaatı ile ilgili görüşme olup olmayacağını görmekti. Toplantı öncesinde CHP grubuyla görüşülmüş ve bir önerge vererek aşağıdaki sorunun sorulması istenmişti.” Mart ayında yapılan belediye meclisinde alınan kararda bu yol üzerindeki 3 kavşağın inşaatına koruma kurulunun kararından sonra başlanacağı yazdığı halde neden 100.yıldaki kavşak çalışmasına başlanıldığı, hatta bitmek üzere olduğunun sorulmasıydı. Toplandı Melih Gökçek’in ve AKP grubunun geç gelmesi nedeniyle bir saatten fazla gecikerek başladı. Gökçek başkanlık koltuğuna oturdu ve yoklamayı başlattı. Katip’in büyük bir süratle ( adeta 100 metre yarışında Usain Bolt ile yarışırcasına) okuduğu isimler ve sonrasında Gökçek’in yeter sayının bulunduğu ve toplantıyı açtığını açıklaması bir anda oldu. ( Bu sürede bunu nasıl saydılar anlamadım). Sonrasında ilk maddeyi Gökçek süratle okudu “ Geçen toplantı tutanağı önünüzde, kabul edenler etmeyenler kabul edilmiştir”. İnanın bana bütün samimiyetimle söylüyorum bunları söylerken başına önündeki kağıttan kaldırmadı bile…))) Neyse 2.madde Yeni Çiftlik Bulvarının adının Ankara Bulvarı olması idi. Bu konuda görüşmeler yapılırken Gökçek konuyu ODTÜ yolu’na getirdi ve birtakım açıklamalar yaptı. Milletvekillerinin iş makinalarını engellediği, Hüseyin Aygün’ün bunlara taş attığı, öğrencilerin taş ve Molotof attığını, işçilere saldırdığını ve iş yapmalarının engellendiğini söyledi. Aylın Nazlıaka’nın şov yaptığını, işçilere kimlik sorduğunu, hangi hakla bunu sorduğunu zavallı işçinin de kimlik gösterdiğini falan söyledi. Söylediklerinin tamamı yalan olduğu halde kimse bir şey söyleyemedi. Ben yukarıdan kendimi zor tutarken taş atan milletvekili meşru müdafaa yapmıştır diyerek CHP grup başkanvekili cevap verince ipler koptu. Tamamı yanlış olan bu ithamlara cevap veremeyip bu lafı da söyleyince ben toplantıyı terk etmeye karar verdim. Ancak arkadaşlar biraz daha bekleyip çıkalım deyince kaldım. Öncelikle Hüseyin Aygün taş atmadı kesilecek elma ağacının meyvesini yedi ve çekirdeğini kepçe kısmında toprağa attı, Öğrenciler ne taş attı ne Molotof, Polis yoktu dedi her taraf polis kaynıyordu, işçini,n kimlik gösterdiğini söyledi, seçilip kimlik sorulan iki görevlide belediye kimliği çıkmadı ve bu görevliler anında alandan uzaklaştırıldılar. Bunların hepsi kayıtlarda var. Ancak ne acıdır ki bütün bunları orada Gökçek’in yüzüne haykıracak kimse yoktu. Bizse izleyici bölümünde ses çıkarmamız yasak ve etrafımız sarılı şekilde bu acı olayı izledik. Bu meclis üyeleri neden bu kadar duyarsız, neden merak edipte araştırma yapmazlar, neden olaylarla ilgilenmezler? Böyle olunca da Gökçek’in karşısında onun bütün yalan ve iftiralarına rağmen rezil olup çıkarlar. AKP’lilere bir şey söyleyemiyorum, MHP zaten mecliste onun stepnesi gibi çalışıyor. CHP’liler ise maalesef bu bilgisizlik ve ilgisizlikten dolayı kepaze oluyorlar. CHP yönetimi seçeceği Belediye Başkanları kadar meclis üyelerini de ince eleyip sık dokumalı ve gerçekten orada halkı temsil edebilecek kişileri aday göstermeli. Benim 1 saatlik meclis izleme maceram büyük bir hüsranla sonuçlandı. Sanırım bir daha bu toplantılara gitmem. Bu arada bizim ısrarla anlatmaya çalıştığımız soru da güme gitti. Sonraki günlerde bir daha gündeme gelir mi bilmem ama Gökçek yalan söylemesini ve karşısındakinin bilgisizliğini kullanmasını çok iyi biliyor ve kendi yalanını bununla çok iyi örtüyor.