26 Aralık 2013 Perşembe

ÖTEKİLER - TUNCAY ÖZKAN

ÖTEKİLER - TUNCAY ÖZKAN
27 Aralık 2013 İstanbul


Silivri Yüksek Güvenlikli Cezaevinde Ergenekon davasında yatmakta olan Hüseyin Yarıç’ın gerçek yaşam öyküsünden Tuncay Özkan’ın kurguladığı bu roman Güneydoğuda yaşanan olayların, PKK’nın içyüzünün, zaman zaman insancıl zaman zaman vahşet kokan yaşamların, itirafçılığın ve en sonunda birbiriyle hiçbir ilgisi olamayan kişilerin nasıl Ergenekon davasında bir araya getirildiğinin kısa bir özeti.

Hüseyin’in “Bir yanımda genelkurmay başkanı ve orgeneraller, diğer yanımda rektörler , gazeteciler, parti liderleri, hırsızlar, katiller, dolandırıcılar hep beraber bu salona doldurulmuş bekliyoruz öylece” diyerek Ergenekonu güzelce özetliyor ve isyan ediyor ve sorguluyor “Allahım eğer bu karanlığın içinden bir ışık doğmayacaksa aydınlık neden var? Eğer bunca zulümden sonra yeni bir şey olmayacaksa, karanlık kazanacaksa, hep zalimler kazanacaksa sen neden varsın?”

Cesurlar ölmemeli artık! Haklılar kaybetmemeli!

Özgürlük ve barış için, adalet için kendini, canını feda edenler kaybetmemeli, unutulmamalılar, kıymetleri bilinmeli.
Usanmadan mücadele edenler özgürlüğü barışı ve adaleti kazanmalı.

En büyük ceza umutsuzluktur. Umutsuzluğa asla izin vermeyelim. En kötü zamanda bile umudumuzu yitirmeyelim.

Korkudan beslenenler en büyük korkaktırlar, korkudan ölürler.

Ötekiler, su gibi arı duru yazılmış, bir solukta okunan, olağanüstü bir roman. Dersim doğumlu, önce sol devrimci, ardından PKK’li olup, Apo’nun hevalliğinden İlker Başbuğ’un suç ortaklığına “terfi” ettirilen gerçek bir kişinin, Rızgar’ın akıllara durgunluk veren yaşam öyküsü.


24 Aralık 2013 Salı

BİR SANAT AKŞAMI
23 Aralık 2013 - İstanbul


Bugün iş çıkışı İş Bankası Kulelerinde bulunan İş Sanat’a gittim. Nazım Hikmet Şiir Dinletisi vardı. Yol yorgunu ve hasta olmama rağmen çok önceden gitmeyi planladığım için vazgeçmedim ve güzel bir sanat akşamı geçirdim. Cemil ve İsmet beyle erken buluştuk kapılar açılmadığı için bir süre bekledik. Bu arada KİBELE sanat galerisinde bulunan Cihat Aral Resim Sergisini gezdik. Özellikle 80’li yıllara damgasını vuran işkence temalı tablolar benim açımdan ilgi çekiciydi. Birde Çöplük resimleri hoşuma gitti.
20:00’de başlayacak şiir dinletisini beklerken fuayede 3 eski Çiğdem’li sohbetimize devam ettik. Kapıların açılmasıyla salon bir anda dolmaya başladı ve bizde bulduğumuz en güzel yere oturduk. Bu arda Ferda ve bir arkadaşı daha bize katıldı.
Salon hem seyirci hem de sahne kısmı oldukça büyük ve ferah bir salon. Sadece sıra aralıkları biraz dar olmuş. Her türlü gösteri sanatları için mükemmel bir salon. Büyük bankaların ve kurumların bu tür salonları yaparak sanata destek olması gerekiyor ama bazı diğer bankalar paraları bu tür yatırımlar yerine ayakkabı kutularında saklamayı tercih ediyorlar..))) Bu açıdan İş Bankasını bir kez daha tebrik ediyorum.
Şiir dinletisine gelince tek kelimeyle muhteşemdi. Zaten çoğunu bildiğimiz Nazım Hikmet şiirleri Metin Belgin, Bülent Emin Yarar ve Hakan Gerçek’in güzel sesiyle ve Vedat Sakman’ın gitarı eşliğinde bizi büyüledi. Bu arada vokal, bas gitar ve kemandaki gençleri de unutmamak gerekiyor.


Retrospektif Sergi CİHAT ARAL
23 Aralık 2013

İş Sanat Kibele Galerisi, Aralık ayında çağdaş figüratif resmin önde gelen temsilcilerinden Cihat Aral’ın eserlerini sergiliyor. Kendi deyimiyle 'gerçek' zamana tanıklık eden sanatçı, resimlerinde insanı ve onun yaşamsal gerçeğini merkeze alan bir doğa sevgisini de tuvale yansıtıyor. 1943 yılında doğan Cihat Aral,1964-69 yılları arasında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Y. Resim Bölümü Neşet Günal Atölyesi’nde öğrenim gördü. Aral sanat yaşamının başlangıcı olarak nitelendirdiği 60’lı yılların sonunda kent insanlarını, onların çocuklarını ve yaşam biçimlerini gözlemleyerek; figürlerini canlı, şiirsel bir üslupla betimlemiştir. İlk kişisel sergisini 1970 yılında Taksim Sanat Galerisi’nde açtı. Aynı yıl Fransa’ya devlet bursu ile gönderilen sanatçı Paris Ulusal Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda resim dalında dört yıl ihtisas yaptı. Sanatçının resimleri, 1971-74 yılları arasında Paris’te daha düşsel ve renkçi bir yapıya bürünmüştür. Bu genelleştirmeyi yaparken, basit bir gerçeklik durumunun değil, o görüntünün ardında yatan asıl gerçeğin, biçimlikte dönüştürülmüş halinin peşine düşer. Aral’ın resimleri, özne ve nesne arasında ince bir özenle kurduğu denge unsuru ve bu yolla zenginleşen anlatım gücüyle de dikkat çeker. Sanat görüşünü “Merkez insan olunca; figürü temel tutan resim anlayışı bütünüyle sosyal hayatın politik, ekonomik, sosyolojik değerlerinin özünü taşır. Resim dipdiri bir başkaldırı, bir protesto alanıdır ve iyi resim unutulmaz.” diyerek özetleyen Aral, eserleri aracılığı ile kişileri düşünmeye de davet eder. Sanatçı çalışmalarına İstanbul’daki atölyesinde devam etmektedir.

Denize Dönmek İstiyorum
NAZIM HİKMET ŞİİR DİNLETİSİ
23 Aralık 2013

ATİLLA BİRKİYE hazırlayan
SERDAR YALÇIN müzik direktörü
MEHMET BİRKİYE sahneye uygulayan
METİN BELGİN, BÜLENT EMİN YARAR, HAKAN GERÇEK şiirleri seslendirenler
VEDAT SAKMAN vokal, gitar OYA UYSAL keman ZAFER AKDOĞAN bas gitar SİMGE YILDIRIM vokal
“Ben şiirde realiteyi bütün mürekkepliği, mazi, hal istikbal unsurlarıyla ve hareket halinde veren bir realizme ulaşmak istiyorum. Fakat hâlâ ulaşamadım. Birçok yazılarımın realizmi tek taraflıdır. Bundan dolayı da çok fazla haykıran bir ‘propaganda’ edası taşıyorlar. Bu hatamı anladım. Yeni verimlerimde bu hataya bir daha düşmeyeceğim. Cihanı görüş, anlayış bakımından değil, bu cihanı görüş ve anlayışın sanattaki tezahürü bakımından telakkilerim bir hayli değişti.” (Nâzım Hikmet, “Her Ay”, 20 Nisan 1937)
Dünya şairi Nâzım Hikmet’in (1902-1963) şiirlerinden kronolojik sıra gözetilerek derlenen dinleti, yaşamına göndermeler yapan bir sahne düzeniyle sunuluyor. Ayrıca, şiirle müziğin iç içe geçtiği Denize Dönmek İstiyorum! adlı dinletide Vedat Sakman, şairin şiirlerinden bu gösteri için bestelediği şarkıların yanı sıra kendi şarkılarını da seslendiriyor.


Mavi aynasında suların:
boy verip görünmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Gemiler gider aydın ufuklara gemiler gider!
Gergin beyaz yelkenleri doldurmaz keder.
Elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter.
Ve madem ki bir gün ölüm mukadder;
Ben sularda batan bir ışık gibi
sularda sönmek istiyorum! Denize dönmek istiyorum! Denize dönmek istiyorum!







23 Aralık 2013 Pazartesi

ÜÇÜNCÜ SEKTÖRDE MÜKEMMEL YÖNETİM MODELİ

ÜÇÜNCÜ SEKTÖRDE MÜKEMMEL YÖNETİM MODELİ (ÜSK) M.Atilla Öner
22 Aralık 2013


Üçüncü sektör toplumsal hayatta gittikçe artan bir öneme ve role sahip oluyor. Rolün genişlemesi üçüncü sektör kuruluşlarının yönetimini odak noktasına çekiyor. Üçüncü sektör kuruluşlarının profesyonel ve gönüllü yönetim yeteneklerinin geliştirilmesine katkı yapacak çalışmalara ihtiyaç var. Bu kitap Türkiye de üçüncü sektör kuruluşlarının daha başarılı olmasını arzu edenlere yol gösterici bir kaynak.
Kitaptan not aldığım bazı başlıklar:

Bir toplumun ekonomik sosyal ve demokratik gelişmesi, o toplumun bireylerinin kendi sorunlarının çözümüne yönelik faaliyetlere gönüllü olarak katılma düzeyleriyle yakından ilgilidir. ÜSK devletin ve piyasanın yetersiz kaldığı alanlarda topluma hizmet götürmek amacıyla ortak hedefe yönelmiş insanlar tarafından kurulan ve kar amacı gütmeyen yapılardır.
Lider grup içinde diğer üyelerin motivasyonlarının ve yeterliliklerinin niteliklerini ve niceliklerini belirleyen kişidir.
Demokratik liderlik grup içinde, grup halinde karar vermek, üyelerin aktif katılımı, dürüst eleştiri, ve bir ölçüde de kişisel ilişki kurmak gibi etkenlere bağlıdır.
Liderin 3 an sorumluluğu
1. Sorumlulukları grup üyeleri arasında dağıtmak
2. Grup üyelerini çeşitli açılardan desteklemek ve güçlendirmek
3. Grubun karar verme sürecine yardımcı olmaktır.
Beleşçilerin çalışan üyeleri sömürmesine izin vermemelidir.
Lider, sorumlulukları dağıtarak üyelerin her türlü gelişimine ve eğitimine, dolayısıyla onların karar verme yeteneklerine katkıda bulunan kişidir.
Liderin önemli bir özelliği de erişilebilir olmasıdır.
Liderin takımları yönlendirmedeki gücü sadece pozisyonunda değil bilgisi ve olaylara hakimiyetinden kaynaklanmalıdır.
Çalışanların yapılan işleri ve başarıları kendilerine mal etmelerin önleyin.
Çalışanlar sık sık yapılan toplantılarla politika ve stratejiler konusunda bilgilendirilmelidir.,
Politika belirlenmesinde tüm çalışanların ortak katılımı esas alınmalıdır.
Yöneticilerin günlük işlere kendilerini kaptırmaları organizasyonun uzun vadedeki strateji ve misyonlarını göz ardı etmelerine sebep oluyor.
Çalışanların motivasyonlarının gelişimine yardımcı olmak ve takım ruhuyla hedefe ilerlemeyi sağlamak ana amaçlardan olmalı.
Yeni gönüllü üyelerin katılması için çeşitli aktiviteler yapılmalı.

Üyelerin potansiyellerini en iyi kullanabilecekleri alanlara ve işlere yöneltilmesi sağlanmalıdır. Yeni üyelerin kurumun politika, amaç ve stratejisini anlaması sağlanmalıdır. Bunun için eğitim uygulanmalı ve çalışmalarla kendini kanıtlamış üyeler ödüllendirilmelidir.
TKY bağlı olarak sürekli iyileştirme çalışmaları yapılırken, iyileştirilecek alanlar dikkatle belirlenmelidir.
ÜSK alttan gelen fikirleri geliştirmeye daha yatkındırlar. Birlik kurma ve zayıfı güçlendirme üzerine kuruludurlar.
Ölçek olarak küçük, bürokratik olmama, gönüllü çalışanlar, nedeniyle daha verimli ve sorumlu çalışırlar.
Meşruiyetlerini etkili ve şeffaf olmalarından kazanırlar bunun için özerktirler.
Üyeler arasındaki dostluk ve kişisel ilişkiler, hiyerarşinin, alt-üst ilişkilerinin katı olmaması gönüllü üyelerin motivasyon kaynağıdır.
YK 10 temel sorumluluğu.
1. Kurumun misyonunu belirlemek
2. Tepe yöneticiyi seçmek
3. Tepe yöneticiyi desteklemek ve performansını değerlendirmek
4. Organizasyonel yapının verimliliğini sağlamak
5. Kaynakların yeterliliğini sağlamak
6. Kaynakları verimli bir şekilde kullanmak
7. Kurumun programlarını belirlemek ve denetlemek
8. Kurumun toplum üzerindeki imajını geliştirmek
9. Personel konusunda nihai karar mercii olmak
10. Kendi performansını değerlendirmek
Profesyonel kadronun sadece emeklilerden oluşturulmasından kaçınılmalıdır.
ÜSK’larının varoluş amacı toplumu kendi vizyonu doğrultusunda değiştirmektir.
ÜSK’ları hükümetin anti-tezi değil genişletici ve tamamlayıcısı olarak düşünülmelidir.
ÜSK’ların zayıf yönü, devamlılık göstermeyen, toplumun çok küçük bölümünü etkileyen aktivitelerde bulunmalarıdır. Buda toplum üzerindeki etkilerinin sınırlı olmasına yol açar.

Performans ölçümü için 5 kritik soru
1. Misyonumuz nedir?
2. Müşterimiz kimdir?
3. Müşterimiz için değerli olan hizmet/fayda nedir?
4. Neler başardık?
5. Gelecek için planlarımız nelerdir?



ATATÜRK'ÜN EN ÇOK SEVDİĞİ OPERA - TOSCA

TOSCA - G.PUCCINI OPERA

Ankara Devlet Opera Balesi 21 Aralık 2013 Opera Sahnesi


Atatürk’ün en çok sevdiği opera olan TOSCA’yı son temsilinde ancak izleme olanağı buldum. 3 sezondur sergilenen opera Orkestra Şefi Alessandro Cedrone yönetiminde Vincenzo Grisostomi Travaglini tarafından sahneye konulmuş.
Dekor, ışık ve müzikler muhteşem. 3 perdelik opera uzun olmasına rağmen sıkılmadan izlenebiliyor. Aşk, intikam ve entrikayı bir arada görebiliyoruz.

Tosca", Puccini'nin ünlü opera yapıtından biridir. (Tosca, La Boheme, Madame Butterfly, La fanciulla del West) Dünyada ilk oynanışı 1900 yılında Roma Operası'nda gerçekleşti. Puccini'nin "Tosca"da romantizimden doğalcılığa geçişini görürüz. Türkiye'de ilk kez 1941'de Ankara'da oynandı.




20 Aralık 2013 Cuma

YABAN MUZU - Jose Mauro de Vasconcelos
19 Aralık 2013 - İstanbul


Vasconcelos bu eserinde Brezilya’da elmas bulmak için madenlerde çalışan iki elmas arayıcısının ilişkilerini, hayatta kalma mücadelelerini yer yer dramatik bir şekilde anlatmış. Bu yazarın ilk romanı olmasına karşın etkileyici.

Yeni ve zengin bir maden bulmak için kolları sıvayan kahramanın ona bahsedilen Banana Brava (Yaban muzu - meyve vermeyen muz) adasına gitmek için yolculuğu ve bu yolculuk sırasında başından geçenler. Bu uğurda göz kırpmadan işlenen cinayetler.
Madencilerin yaşayışlarını gayet gerçekçi bir dille anlatıyor ve karakterlerin geçmişlerini irdeliyor.

Kitapta geçen bir batıl inanç : Giysileri ters giymek :Kaçağın talihsizliğini yenmek ya da canlı yakalanmamak için başvurduğu yaygın bir inançmış.

"İnsanın dili darağacının ipinden uzundur."

"Vicdanı rahat olmayan gölgelerden ve gecenin ürkünç görüntülerinden korkar."



LYSISTRATA "KADINLAR DA SAVAŞIRSA" İBB Şehir Tiyatroları
Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi 19 Aralık 2013


Oyundan bahsetmeden önce Ankara’dan Çiğdem Mahallesinden 4 arkadaşın bu oyun vesilesiyle İstanbul’da buluşmasından bahsedeceğim. Cemil Turan, İsmet Yakşi, Cemal Gemici ve ben. Cemil ve İsmet beylerle İran gezimiz vardı ve bu dörtlüyle Çiğdemim Derneğinde Çardak Sohbetlerimiz olurdu. Her birimiz değişik sebeplerle İstanbul’a geldik. Neyse ki burada da buluşmayı ve bir şeyler yapmayı başardık. Oyundan önce Taksim’de buluşup bir kahvede çay içerek hasret giderdik. Mansur Yavaş ve Mustafa Sarıgül’ün adaylıkları konusunda sohbet ettik. Oyun mekanına gidince bize İstanbul’dan arkadaşım Ferda’da katıldı.


Savaş ve kadının toplumdaki yeri konularının ön plana çıktığı güzel bir oyun. Aristophanes’in bu oyununun tarihteki ilk savaş karşıtı oyun olduğu söyleniyor. Oyunda savaşın arkasındaki saçma nedenlere de vurgu yapılıyor.
Lysistrata kadınları örgütleyerek savaşı sona erdirmek için onlarla birlikte Akropol’e kapanıyor ve erkeklerin tüm ısrarı ve tehditine rağmen onlarla birlikte olmuyorlar ve onlaın bu birliktelikleri ve kararlılıkları sonunda barışı getiriyor.
Sahne, dekor, ışıklar ve oyunculuk oldukça güzeldi.

Yazan : ARİSTOPHANES
Çeviren : AZRA ERHAT-SABAHATTİN EYÜBOĞLU
Yöneten : KEMAL KOCATÜRK
Koreografi : SALİMA SÖKMEN
Müzik : MERTOL ŞALT
Işık Tasarımı : MURAT İŞÇİ
Kostüm Tasarımı : CANAN GÖKNİL
Efekt : HİDAYET ÖZTÜRK
Yönetmen Yardımcısı : BERNA OĞUZUTKU DEMİRER
Süre : 2 SAAT / 2 PERDE

OYUNCULAR:
AYŞEN SEZEREL, BENSU ORHUNÖZ, BERRİN AKDENİZ KORTİDİS, BUKET YANMAZ KUBİLAY, ÇAĞATAY PALABIYIK, ÇAĞLAR YİĞİTOĞULLARI, ÇAĞRI ÖZGÜR HÜN, DEMET BOZYAKA, GÖKHAN EĞILMEZBAŞ, HÜLYA ARSLAN, İBRAHİM ULUTAŞ, MURAT BAVLİ, NAZAN YATGIN, OKAN PATIRER, SEDA FETTAHOĞLU, SELÇUK SOĞUKÇAY


18 Aralık 2013 Çarşamba

KUYUCAKLI YUSUF - SABAHATTİN ALİ

KUYUCAKLI YUSUF - SABAHATTİN ALİ
17 Aralık 2013 İstanbul


“Kürk Mantolu Madonna” dan sonra okuduğum ikinci Sabahattin Ali romanı da beni en az o roman kadar etkiledi. Sabahattin Ali’nin olayları basit anlatım biçimi, yaptığı vurgular, Anadolu insanının düşünüş ve yaşayış tarzını çok başarılı anlatımı eserde öne çıkıyor.

Kuyucaklı Yusuf önemli toplumsal sorunlara değinen ve bunların birey üzerindeki baskısını anlatan bir kitap. Roman sağlam bir kurguyla ve güçlü betimlemelerle desteklenmiş. Sermaye gruplarının halkı hem maddi hem de manevi olarak sömürmesini ve devletin buna karışmaması, hatta desteklemesini eleştiriyor. Yusuf'un Muazzez’e olan aşkı ve sevgilisini, Şakir ve kasabanın egemen kötü güçlerinden korumak için verdiği mücadele. Bir başka ifadeyle doğal, masum, bozulmamış soylu vahşi Yusuf ve onun yanında yer alanlarla, yapay, kirli, yozlaşmış insanlar arasındaki çatışma.

Romanı okurken ne zaman Yusuf elini kana bulayacak diye bekledim, sabrına, saflığına ve sevgisine hayran oldum. Beklediğim an gelmeyecek diye sabırsızlanırken kitabın sonunda o son derece sabırlı ve saf çocuk çileden çıkıyor.
Bir Anadolu kasabasının bütün ruhu ve yaşantısı bu kitapta var.



Benimle Delirir misin? Tiyatro

Benimle Delirir misin? İstanbul Meydan Sahnesi
Kadıköy Halk Eğitim Merkezi - 17 Aralık 2013

Yazan : Mine Artu Yöneten : Necmi Yapıcı Oyuncular : Mehtap Bayri, Necmi Yapıcı

Adem ile Havva’dan başlayan kadın-erkek ilişkilerini esprili bir şekilde anlatıyor. Evlilik kurumunun çiftleri delirttiği teması üzerine kurulu oyunda sanatçıların performansı güzel, hareketli ve interaktif bir şekilde seyircileri de oyunun içine çekmeye çalışıyorlar. Duruma göre güncel esprilerle ayrı bir renk katılıyor oyuna ama bence vasat bir oyun.

Evlilik kurumunun gereksizliğiyle dalga geçen ama hepimizin içinde olduğu vazgeçilmezi anlatan bir oyun. Kadının çenesine, erkeğin vurdumduymazlığına değiniyor ve .
Bence görsel sanatların en önemli özelliği olan dekor bu oyunda hiç yok. Bu yüzden çok fazla sevmedim oyunu. Güzel dekorla daha başarılı bir oyun olabilirdi.


5 Aralık 2013 Perşembe

KARA BİR KOMEDİ - SESSİZLİK

Kara Bir Komedi
Sessizlik – İstanbul Devlet Tiyatrosu – Üsküdar Tekel Sahnesi – 5 Aralık 2013


Oyunun sergilendiği mekan Üsküdar’da eski Tekel Tütün Deposu. Son derece güzel bir restorasyonla bir kültür merkezine çevrilmiş. Tiyatronun yanında klasik müzik konseri ve provalarının yapıldığı güzel bir mekan olmuş. Tekel Müzesi olarak da hizmet veriyor. Hemen önünden boğazın ve iki köprünün muhteşem manzarası da ayrıca görülmeye değer.

Yazan : Mario Buffini Çevirmen : Serdar Biliş
Yönetmen : Mehmet Birkiye Yönetmen Yardımcısı : Kubilay Karslıoğlu
Dekor Tasarımı: Efter Tunç Giysi Tasarımı : Şirin Dağtekin Yenen
Işık Tasarımı : Önder Arık Müzik : Çağrı Beklen
Dans Düzeni : Alpaslan Karaduman Dramaturg : M. Melih Korukçu

Oyuncular
Funda Eryiğit, Oya Okar, Savaş Özdemir, Süleyman Atanısev, Münir Can Cindoruk, Nimet İyigün

Cumbria Lordu Silence ve ağabeyinin sürgüne yolladığı Fransız Prensesi Ymma, İngiltere kralı Ethelred tarafından zorla evlendirilir. Silence’ın kendisiyle ilgili ‘kendisinin bile bilmediği’ bir sır, herkesin kaderini bir anda değiştirir. Şiddet ve gaddarlığın hüküm sürdüğü karanlık çağ İngilteresinden, isteğimiz ve irademiz dışında dayatılan yazgılar karşısındaki sessizliği tartışan tarihsel bir komedi.
Erkek egemen bir toplumda iktidar ve kadın olma ilişkisini anlatan son derece kuvvetli ve aynı derecede esprili bir oyun. Din, cinsellik, şiddet, kadın-erkek ilişkileri ve güç var bu oyunda. Gülümserken düşünüyor, düşünürken gülümsüyorsunuz...

Temel değerlerimiz vazgeçilmez mi? Taşlar yerinden oynarsa dünyanın sonu gelir mi? Cinsiyet ile ilgili koyduğumuz sınırlar ne kadar keskin?

Gerçekleri gizleyerek veya sessiz kalarak yaşamı sürdürebilmek mümkün müdür?

Sessizlik pek çoğumuz için bir kaçış. İnsandan, kavgadan kimi zaman kendinden. Ama aslında kendi içinde öyle konuşkan ki sessizlik... Dilinden anlamayı bilirseniz, duymak istediğiniz her şeyi size söyler.


Bir Yorum: DT'den feminist bir masal
BAHAR ÇUHADAR

Normandiya’nın dikbaşlı prensesi Ymma, Cambria’nın 14’ündeki cesur lordu Silence, Lord’a göz kulak olan papaz Roger, Ortaçağ İngilteresi’nin ürkek kralı Ethelred İstanbul Devlet Tiyatrosu sahnelerinde, Mehmet Birkiye rejisinde buluşup; büyüleyici, bir o kadar da gerçekçi bir masal anlatıyor. İrlandalı oyun yazarı Moira Buffini’nin kaleminden çıkan ‘Sessizlik/Silence’ın DT yorumunda oyunun sözel, performatif ve görsel gücü ne eksik ne fazla. Ana kişilerden hareketli dekoru yöneten koroya, tüm performanslarda güçlü bir ekip ritmi seziliyor.
‘Sessizlik’ tek tanrılı dinlerin hâkim olduğu, ataerkil kısır düzene, bireye kendi bedeni ve hayatı üzerinde dahi söz hakkı bırakmayan iktidara karşı, kadından ve doğadan yana duran bir metin. Erkek olarak yetiştirilip ‘özgürlüğünü’ almış Lord Silence ile salt bir ‘dişi’ olarak görülen Prenses Ymma bir düzlemde; başlarda pagan inancını lanetlerken, sonunda dini sorgular hale gelip kendini doğaya, aşka, özgür düşünceye bırakan Papaz Roger başka bir düzlemde kadından ve doğadan yana yorumu güçlendiriyor.
Buffini’nin metninin çarpıcılığı; tüm bunları Ortaçağ atmosferine kurduğu çağdaş bir masalla, taze bir dille, günümüzden tat taşıyan esprilerle, düzlemleri arasında geçişkenlik kurarak ve merak duygusunu diri tutarak yapmış olmasında.
Birkiye’nin rejisi ise Efter Tunç’un dekor tasarımını da yanına katarak dinamik dekor değişimleri, eğlenceli sahneleri, anlatıcı oyunculukla güçlendirdiği geri dönüşleri, şaşaadan uzak ama yaratıcı efektleriyle seyri canlı tutan türden.
İçinden ‘fırlama, cesur bir velet’ çıkaran Funda Eryiğit (Silence) başta; Oya Okar (Ymma), Süleyman Atanısev (Roger), Münir Can Cindoruk (Kral), Savaş Özdemir (Eadric), Nimet İyigün (Agnes) ve dekora can katan koro uyumlu, enerjik ve seyirciyi ikna eden performanslar izletiyor.
İki perdelik oyun; metni, dramaturjisi, rejisi, oyunculukları, müziği, dekor-ışık-giysi tasarımıyla izleyiciyi yumuşakça sarıp sarmalayan, boğmadan -ama aldatmadan da- büyüleyen bir iş. ‘Hakikat mantarı’ tadındaki bu masal için tüm ekibe teşekkürler. İzlediğimden beri o kadar çok insana “Sessizlik’i izle” diyorum ki buradan yazmaya gerek bile kalmadı belki de!

4 Aralık 2013 Çarşamba

TUTKUNUN RESMİ - KÜRK MANTOLU MADONNA – SABAHATTİN ALİ

TUTKUNUN RESMİ
KÜRK MANTOLU MADONNA – SABAHATTİN ALİ 9 KASIM 2013


Önyargı ile hüküm vermenin ne kadar yanlış olduğunu çarpıcı bir hikayeyle anlatmış.
En basit insan bile karmaşıktır aslında. Bunu bilmeden yargılamamalıyız.
Eserde güçlü bir tutkunun resmini çiziyor Sabahattin Ali. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına dair, yanıtlanması zor sorular soruyor.

Sabahattin Ali’nin sözü her şeyi açıklıyor: ”Dünya’nın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!... Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz.
İnsanları anlamak çok zordur hemde çok. Ama anlamaya çalışmak çok da zor olmasa gerek.

Romanın baş karakterleri Maria Puder ve Raif Efendi'dir. Raif Efendi içine kapanık, melankolik ve dış dünyaya uyum sağlayamamış bir karakterdir. Hayatı boyunca birçok şeye boyun eğmiş, haksızlığa uğradığında bile buna karşı koyamamıştır. Sevmediği bir kadınla evlenmiştir, bir ailesi vardır. Kendi hayatına kendi yön verememiş, başkalarının istediği bir insan olarak hayatını sürdürmüştür. Hayatında gerçekten yaşadığını hissettiği sadece bir anısı olmuştur ve bunu günlüğüne aktarmıştır.
20'li yaşlarında babasının isteği üzerine gittiği Berlin'de, sanata olan ilgisi sayesinde bir sanat galerisine gider. Galerideki tablolar arasında bir sanatçının otoportresini görür ve tablodaki kadını hiç tanımamasına rağmen platonik olarak aşık olur. Bu tablo onda daha önce hiç hissetmediği duygular uyandırır. Raif Efendi tablodaki portrenin, Andrea Del Sarto tarafından yapılmış "Madonna delle Arpie" isimli tablodaki Madonna'nın portresine benzediğini düşünür. Tabloya o kadar hayran olur ki fırsat buldukça tabloyu görmeye gider, fakat başka gözlerin onu takip ettiğini farketmez. Artık ritüel halini alan bu tabloyu seyretme seansınlarından birinde bir kadın onun yanına gelir. Bu kadın, tablonun sahibi olan sanatçı Maria Puder'dir. Maria, Raif'in tabloya olan hayranlığının farkındadır. Raif ise başta onun kendisiyle alay eden biri olduğunu düşünür. Tablonun sahibi ile konuştuğunu öğrenince ise dünyası bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde değişir.
Maria'nın karakteri Raif'e göre daha dominanttır. Kendisinin bir erkek gibi özgür yetiştiğini, canı ne isterse onu yaptığını Raif'e anlatır. Hatta Raif'i de çok naif bulduğunu dile getirir. İkisi bu özellikleri sayesinde birbirlerini tamamlarlar ve uzun süren bir arkadaşlık başlar. Raif Maria'yı çok sevmektedir fakat Maria'nın kendisine olan hislerinden emin olamaz. Yine de onun her istediğini yapmaya çalışır. İkisi beraber rüya gibi günler geçirirler fakat babasının ölümü yüzünden Raif Efendi Türkiye'ye, eski kasvetli günlerine geri dönmek zorunda kalır.
Maria Puder’le düzenli olarak mektuplaşır. Ancak belli bir zaman sonra Maria Puder, Raif Efendi’ye mektup yazmaz. Raif Efendi kandırıldığını düşünerek bir başka kadınla evlenir ve çocukları olur. Ankara’da bir gün, Almanya’dayken pansiyonunda kaldığı Maria Puder’in akrabasıyla karşılaşır. Ona Maria Puder’le ilgili imalı sorular sorunca Maria’nın on sene önce hastalandığını, hastalığına rağmen bir çocuk dünyaya getirdiğini ve babasının da bir Türk olduğunu öğrenir. Kadının isim vermediği bu Türk’ün kendisi olduğunu anlayan Raif Efendi, kadının yanında olan 8-9 yaşlarındaki kızına bakar. Bir dakika sonra tren hareket eder ve bu şokla Raif Efendi de hatıra defterine bunları yazmaya başlar. Yaşlanıp ölümünün yaklaştığını anladığında, bu güzel günleri kaydettiği defterinin yakılmasını genç iş arkadaşından rica eder. Genç iş arkadaşı da Raif Efendi ile ilgili bu gizemi çözmek ve onu daha yakından tanıyabilmek için defteri okur. Defteri okuyan kahraman-anlatıcı, onun iç dünyasının ne kadar zengin olduğunu anlar. Defteri vermek için Raif Efendi’nin evine gittiği zaman ailesi onun öldüğünü söyler.


BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI

BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI 1-2 JOHN PERKİNS

4 Aralık 2013-İstanbul


Birincisini daha önce okumuştum, kitabın ikincisini de merak ve heyecanla okudum. Genel anlamda bildiklerimiz ve tahmin ettiklerimiz anlatılıyor ama bunları birinci ağızdan yani bizzat işin içinde olan birisinden duymak daha büyük etki yaratıyor. Acaba, bu kadar da olmaz dediklerime artık inanmaya ve her şey olabilir demeye başladım.

Bu öylesine büyük bir güç ki gözünü kırpmadan karşı koyanları yok edebiliyor. Artık hiçbir şüphem yok, ülkemizdeki çözülemeyen ve karanlıkta kalan cinayetler, intiharlar, kazalar da bunlarla bağlantılı.

İkinci kitabın sonlarında artık yaptıklarını itiraf eden ve kendini bunlarla mücadeleye veren bir eski tetikçinin çabaları ve nasıl mücadele edilmesi gerektiği yolunda verdiği bilgiler var. Aslında bu mücadelenin yöntemi belli, birlik olmak, mücadeleden yılmamak, korkmamak ve ben tek başıma ne yapabilirim ki? Düşüncesinden arınmak. Herkesin tek başına bile yapabileceği o kadar çok şey var ki? Bu soruyu sormak yerine bir yerden başlamak ve bunu paylaşmak en sağlıklısı.

Kitaplardan alıntılar:

* kendi otomobilini üretemeyen ülkeye borç para verip otobanlar, yollar yaptırırız.
* sonra onlara arabalarımızı satarız.
* daha sonra bankalarını satın alırız.
* o bankalardan halka ucuz krediler verip daha çok araba almalarını sağlarız.
* böylece verdiğimiz o krediyi arabamızı satarak geri alırız, hem de faiziyle.

Ne kadar bildik bir senaryo değil mi?

O ülkeye Dünya Bankası ya da kardeş kurumlardan bir kredi ayarlarız. ayarlanan kredi asla o ülkenin hazinesine gitmez. o ülkede ‘proje’ yapan bizim şirketlerimizin kasasına girer.


enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar, dev havayolları yapılır. Aslında insanların işine yaramayan bir yığın beton yığınları oluşur ve bizim şirketlerimiz kazanır.

O ülkedeki birileri de nemalandırılır. Toplum bu düzenekten hiçbir şey kazanmaz. Ama ülke büyük bir borcun altına sokulmuş olur. Bu o kadar büyük bir borçtur ki ödenmesi imkânsızdır. Plan böyle işler.
Sonunda ekonomik danışmanlar/tetikçiler olarak gider onlara deriz ki;

“bize büyük borcunuz var. ödeyemiyorsunuz. o zaman petrolünüzü satın, doğal gazı bize verin, askeri üslerimize yer gösterin!

askerlerinizi birliklerimize destek olmaları için savaştığımız bölgelere gönderin, birleşmiş milletlerde bizim için oy verin!.

elektrik, su, kanalizasyon sistemlerinizi özelleştirin! onları Amerikan şirketlerine ya da diğer çok uluslu şirketlere satın!”

ve bu arada;

sosyal hizmetleri, teknik sistemleri, eğitim kurumlarını, sağlık kurumlarını hatta adli sistemlerini ele geçiririz. Bu, ikili üçlü dörtlü bir darbeler serisidir.

Müslümanların da başka herkes gibi oldukları anlaşıldı. Elması ve altını, Rolex’i ve Mercedes’i seviyorlar. Bu Araplar nefsini kırarak yaşamak, Allah’ın emirlerini izlemek, faiz yememek, kadınlarını peçeyle gezdirmek ve bu türden bir sürü şey atıp tutarlar. Ama etrafınıza bir bakın, söylediklerini uyguladıkları falan yok.

Dünya nüfusunun %5 inden azını oluşturan, ama kaynakların %25 ini kullanan,
Ekolojik ilkeleri destekleyen ama gezegene en fazla zarar verecek olan çevre kirliliğini %30 unu yaratan toplum ABD.
Her yerdeki halklar için istikrarlı, yaşamdaki sürekliliği sağlanmış ve barışın hakim olduğu bir dünya amaçlıyoruz.


2 Aralık 2013 Pazartesi

Kırmızı Defter - Paul Auster - 02.12.2013

Paul Auster, Kırmızı Defter’de kendisinin ya da yakınlarının başına gelen ve geleceği kökten etkileyebilecek nitelikte küçük olayları anlatıyor. Evinde kırılan bir vazonun camlarını söylene söylene temizlerken merdivenlerden düştüğünü gördüğü kızını kurtarması ya da çocukken katıldığı bir gençlik kampında bir sıra geride yürümeyi tercih etmesi ve önündeki arkadaşına yıldırım çarpması ve sonucunda ölmesi… Sekiz yaşındayken hayranı olduğu beyzbol oyuncusuyla karşılaşması, ama etrafındaki hiç kimsede kalem olmadığı için imzasını alamaması; o günden sonra yanından kalemi hiç eksik etmemesi ve “Cebinde bir kalem varsa, büyük olasılıkla bir gün onu kullanmaya başlamak gelecektir içinden” diyerek yazar olması… Bunlar gibi, aslında tesadüf deyip geçebileceğimiz, ama sonrasında düşündüğümüzde gizli bir güç tarafından öyle tasarlandığına karar verdiğimiz anları yazmış Auster.

Rastlantıların insan yaşamındaki önemi ve onların yaşamı nasıl etkilediğini net olarak öykülerde görülüyor.

Bu kitaptan altı çizilecek cümle : "Cebinde bir kalem varsa, büyük bir olasılıkla bir gün onu kullanmaya başlamak gelecektir içinden."